Yıl 1871. İmparator Napoleon’un Almanya’yla olan savaşındaki yenilgisini izleyen sürecin ardından devrim, Fransa’da demokratik bir hükümeti henüz kurmuştu. Ancak yeni Cumhuriyet kimseyi tatmin etmiyordu. Geçici hükümet İmparatorluk altında çalışmış politikacılardan oluşuyordu; devrimcilerin toplumsal değişim taleplerini karşılamak için hiçbir şey yapmamışlardı, buna niyetleri de yoktu. Sağcı gericiler İmparatoru geri getirmeyi, bunu yapamazlarsa da başka bir hükümdarı getirmeyi planlıyorlardı. Fransa ve karşı devrim arasında yalnızca isyancı Paris duruyordu.
Düzenin partizanları, işlerini onlar için kesintiye uğratmıştı. Önce Almanya tarafından dikte edilen, Fransız halkında rağbet görmeyen teslim olma fikrini kabul ettirmeleri gerekiyordu. Yeni Cumhuriyet, halkı silah bırakmaya zorlamak için radikal kulüpleri yasaklayıp gazeteleri kapatarak Paris’i iki devletin birleşik ordusuyla saldırmakla tehdit ediyordu. Seçimler yalnızca İmparator’u deviren isyancılar için tutuklama emri çıktıktan sonra gerçekleşebilirdi.
Radikallerin tutsak edilmeleri veya saklanmalarıyla, muhafazakarlar seçimleri kazandı. Seçimin baş galibi, Proudhon’un eskiden beri ezeli düşmanı, 1848’de devrimin satılmasına yardım etmiş olan Adolphe Thiers’di—eğer o olmasaydı imparator en başta iktidarı eline geçiremeyebilirdi. Eyalet kırsalındaki seçmenler tarafından göreve atanan Thiers’in ilk hareketi, Almanya ile beş milyar franklık bir maliyetle barışı müzakere etmek oldu.
Bu maliyet, Thiers’in devletin dizginlerini ele geçirmek için ödemesi gereken ucuz bir bedeldi—özellikle de bu maliyeti bizzat kendisi değil, Fransız halkı ödeyeceği için. Ve reddetmeliler mi? Yine de Almanya ile savaşmaktansa Fransa ile savaşmayı tercih ederdi.
Thiers’in teslim olmasının şartlarından birisi de Alman birliklerinin başkent Paris’te zafer yürüyüşü yapmasına izin verilmesiydi. Aylarca süren kuşatmayla çektikleri açlıktan sonra bu, Parislilerin istediği son şeydi. Almanların şehri yağmalamaya geldikleriyle ilgili söylentiler yayılmaya başladı. Devrimden sonra ortaya çıkan Teyakkuz Komiteleri, yasağa rağmen toplanmaya devam ediyordu.
26 Şubat gecesi, on binlerce isyancı Ulusal Muhafız üyesi hükümet emirlerini hiçe sayarak şehir merkezi Şanzelize’de toplanmaya başladı. Onların yanı sıra Montmartre banliyösünden kırk yaşındaki öğretmen Louise Michel gibi duyguları yüzünden okunmayan devrimciler de vardı. Birlikte, son siyasi tutsakların tutulduğu hapishanenin kapılarını açıp onları serbest bıraktılar. Sonra Paris için ölmeye hazırlanarak Almanların gelmesini zifiri karanlıkta beklemeye başladılar.
Şafak sökmesine rağmen hala işgalcilerden iz yoktu, isyancılar savaştan kalan Paris’teki topları ele geçirmeye başladılar. Bu toplar kuşatma esnasında yoksullardan toplanan paralarla ödenmişti; isyancılar, haklı olarak topların şehri savunmak için onları kullanmaya hazır olanlara ait olduğuna inanıyorlardı, onlara ihanet eden politikacılara veya onları silahsızlandırmak ve aşağılamak için gelen Almanlara değil. Montmartre tepesine yerleştirmek üzere ağır silahları zengin bölgelerden alıp kendi mahallerinin çöp yığınları ve barakaları arasından sürüklediler.
1 Mart 1871’te Alman birlikleri sonunda Paris’e girdi. Huzursuz gecekondu mahallelerinden kaçınarak şehir merkezinde takılıyorlardı. Tüm mağazalar kapatılmıştı; Almanların geçit töreni güzergahı boyunca heykeller siyah başlıklar takıyor, binalardan kara bayraklar dalgalanıyordu. Düzensiz ordular, daralmış gözlerle uzaktan seyrediyor; soğuk bakışları iyi beslenmiş Almanları tir tir titretiyordu. İşgalciler şehrin dışında doğudaki kampa çekildiler.
Günler sonra Thiers hükümeti kuşatma boyunca askıya alınan kira ödemelerini mülk sahiplerinin hemen toplayabileceklerini duyurdu. Tüm borçlar dört ay içinde faizleriyle birlikte ödenecekti ve rehinli malların satışına ilişkin erteleme iptal edilmişti. Ayrıca özel ihtiyaç gösterenler dışında Ulusal Muhafızlar’ın ödemeleri de iptal edilmişti. Thiers’in imzaladığı barış antlaşmasını ödemesi tüm bunlara ve daha fazlasına mal olacaktı.
18 Mart sabahı Montmartre uyandığında duvarların bir bildiriyle donatılmış olduğunu gördü. Adolphe Thiers küstahça tonlarla —toplumsal düzenin, demokrasinin, Cumhuriyetin, ekonominin ve kendilerinin iyiliği için— Paris’in dürüst halkının yanlış yola düşmüş suçluları ve topları teslim etmesi gerektiğini duyuruyordu:
Bu adalet ve mantık davranışı için hükümet sizin desteğinize güveniyor. İyi vatandaşların kötülerden ayrılacağına, kamu görüşüne direnmek yerine ona destek olacağına inanıyor… Bu bildirimi aldıktan sonra, artık zor kullanmaya başvurmamızı onaylayacaksınız, çünkü bir gün bile gecikmeden barış sağlanmalıdır.
Bir önceki gece Louise Michel topları koruyan isyancılara bir mesaj iletmek için Montmartre zirvesine tırmanmıştı. Geç olmuştu, bu yüzden geceyi onların karargahında geçirmişti. Bütün gece, şüpheli karakterler sarhoş taklidi yaparak ve tepenin zirvesine bakmaya çalışarak birbirlerine anlamsız hikayeler anlatmışlardı.
Louise silah sesiyle uyandı. Hala karanlıktı. Ayağa kalktığında Thiers’e bağlı Fransız birlikleri binayı çoktan ele geçirmişlerdi. Erkekleri tutuklayıp evi yağmalıyorlardı, ama Louise’ye çok dikkat etmemişlerdi, ne de olsa kadındı. Birlikler bölgenin kontrolünü sağladıktan sonra vurulmuş bir isyancıyı yakalayıp içeri getirdiler. Michel onun kanamasını durdurmak için elbisesinden şeritler kopardı.
Montmartre’nin liberal belediye başkanı gelmişti. Michel isyancının çaresizliği karşısında sadece kafasını sallayabiliyordu: belediye başkanı yaralı Muhafız için endişeliydi, ama hepsinin ötesinde seçmenleri isyan etmeden önce birliklerin topları hızla geri almasını umuyordu. Başkan, Michel’in halihazırda Muhafız’ın yarasını sardığını bilmeden temiz bandaj istedi. Michel onlar için dışarı çıkıp almayı teklif etti.
“Geri döneceğine emin misin?” Dedi başkan göz ucuyla bakarak.
“Söz veriyorum,” diye yanıt verdi Michel duygusuz bakışlarla.
Gözden kaybolur kaybolmaz tepeden aşağı loş sokakların, Thiers’in bildirisini okuyan küçük erkenci grupların arasından geçerek depar atmaya başladı. Yerel Teyakkuz Komitesi’nin karargahlarının olduğu sokağa döndüğünde “Hainler!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Arkadaşları çoktan gelmişti; silahlarını alıp onunla beraber tekrar tepenin zirvesine koşmaya başladılar. Ulusal Muhafızların orduya çağrı için vurduğu davulların sesi uzaktan duyuluyordu.
Artık sokaklar kalabalıktı: sakallı Muhafızlar, gömleğinin kolunu sıyırmış, beceriksizce silahlarıyla uğraşan genç adamlar, ikili üçlü kadın grupları. Bir insan denizi oluşturup tepeye koşturdular. Önlerinde Louise Michel, günün ilk yumuşak ışığıyla kaplanmış tepeyi gördü. Zirvede bir ordu savaş düzeninde bekliyordu. Louise ve arkadaşları ölüme gidiyorlardı. Bu aydınlanmanın etkisi neredeyse ferahlatıcıydı.
Bir anda Michel’in annesi kalabalığın arasında onun yanında belirdi. “Louise, seni günlerdir görmedim! Nerelerdeydin? Bu olaylara karışmayacaksın değil mi?”
Tepenin zirvesine ulaştığında kalabalık piyade kordonunu ezip geçmişti bile. Askerlerin etrafı sarılmıştı. Kadınlar Thiers’in birliklerini soru yağmuruna tutuyordu:
“Nereye götürüyorsunuz bu topları? Berlin’e mi?”
“Hayır—İmparator Napoleon’a geri götürecekler!”
“Bize ateş ediyorsun, ama Prusyalılara sıkmıyorsun öyle mi?”
Utanmış bir subay, top ile topu çeken atların arasına geçen bir kadına yalvarır. “Gel güzel kadınım, çekil yoldan.”
“Devam et korkak,” diye bağırdı kadın yanıt olarak, “Çocuklarımın önünde vur beni!”
“İpleri kes!” diye bağırdı birisi kalabalığın arkasından. Bir bıçak elden ele dolaşarak topun önünü kesen kadının eline geçti. Topu atlara bağlayan ipleri kesti. Kalabalık alkışladı.
General Lecomte kibirli bir şekilde dört nala geliyordu. Kargaşanın üzerinde yankılanan bir sesle emir verdi: “Askerler! Silahları hazırlayın!”
Bir sessizlik çöktü. Askerler silahlarını hazırladı. Solgun görünüyorlardı. Birisi ağlayarak haykırdı “Ateş etmeyin!” diye, ama kalabalık geri çekilmedi.
“Nişan al!”
Bir dizi tüfek yükseldi. Bir kadın titriyor, diğeri asker kıyafetli genç adamlara küçümseyici bakışlar atarak silahını kavrıyordu. Onların arkasından, Michel ve arkadaşları da silahlarını yükselttiler. Bazı askerlerin de aynı şekilde titrediğini görmüşlerdi.
“Ateş!”
Ani bir duraklama oldu.
Bir asker silahını yere atıp birliklerin dışına çıktı. “Lanet olsun!”
“Tüfeklerinizi çevirin” diye bağırdı bir diğer asker. Michel’in daima hatırlayacağı an buydu.
Ertesi gün kızıl bir bayrak belediye binasında dalgalandırılıyordu—1848’de dalgalandırılmış olması gereken o bayrak: halkın bayrağı. Teyakkuz Komiteleri mahalle idari binalarını işgal ediyordu. General Lecomte vurulmuştu. Thiers ve yardakçıları ordunun geri kalanlarıyla birlikte yakındaki Versailles kasabasına kaçmışlardı. Finansörler ülke mülklerine çekildiler. Victor Hugo Belçika’ya kaçmıştı. Doğudan Alman birlikleri, devrimin Avrupa’ya yayılmasından endişe ederek Fransız hükümetinin bu yeni devrimi bastırıp bastıramayacağını görmek için bekliyordu.
Paris, sadece birbirini tanıyan sıradan insanların elindeydi artık. Gizemli bir şekilde, şehir hiç olmadığı kadar huzurluydu…
CrimethInc
Çev. Umut Adnan Aydemir