Anarşizm Nedir? — David Graeber (Çev. Barikat Haber)

Anarşizm Nedir? — David Graeber (Çev. Barikat Haber)

Anarşist antropolog David Graeber’in, Doğrudan Eylem: Bir Etnografi adlı kitabının V. bölümünde yer alan Doğrudan Eylem Nedir, Anarşizm Nedir, Şiddet ve Şiddetsizlik üçlüsünün ikinci yazısı olan “Anarşizm Nedir?” adlı yazının çevirisini sizlerle paylaşıyoruz. Üçlünün bir önceki yazısı “Doğrudan Eylem Nedir?”e buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.

Anarşizm Nedir?

Bölümü yazmaya bu şekilde başlamamın sebeplerinden birisi aynı zamanda, daha çok pratiğe dair bu tür somut sorulara odaklanan aşina olduğumuz Marksist tarzdan kendisini ayıran anarşist tartışma tarzından bir şeyler iletmek istememdi. Birçoğu anarşizmin yüksek teoriden yoksun olduğundan yakınır. Kurucu figürleri olarak dikkate alınanları—Godwin, Proudhon, Bakunin, Kropotkin—bile sıklıkla gerçek felsefecilerden çok broşür yazarları ve ahlakçılar olarak görülür, ve yakın zamanın en çok bilinen anarşistleri, çok yönlü politik ekonomi veya diyalektik analizlerden ziyade hazır cevap sloganlar, vahşi şiirsel ağız kalabalığı, veya bilim kurgu romanları üretmişlerdir.[13] Binlerce Marksist akademisyen var, ama Anarşist olanlar çok az. Bunun sebebi anarşizmin anti-entelektüel olması değil, kendisini özünde bir analiz projesi olarak görmediği içindir. Daha çok ahlaki bir projedir.

Diğer yerlerde de yazdığım gibi (Graeber 2002, 2004), Marksizm devrimci strateji hakkında teorik veya analitik bir söylem olmaya yönelir; anarşizm ise devrimci pratik hakkında etik bir söylem olmaya yönelir. Anarşizmin temel ilkeleri—öz-örgütlenme, gönüllü birlik, karşılıklı yardımlaşma, zorlayıcı otoritenin tüm biçimlerine karşı olma—özünde ahlaki ve örgütseldir.

Kabul edilmelidir ki bu, anarşistlerin her türlü örgütlenmeye karşı olan, bomba atan çılgınlar imajına aykırıdır; ancak eğer bu şöhretin nasıl ortaya çıktığı incelenirse, benim fikrimi pekiştirmeye meyilli olacaktır. Aşağı yukarı 1875’ten ve 1925’e kadar olan zaman dilimi, anarşistlerin örgütlenmesindeki belli bir aşamanın zirvesini oluşturuyor: yüzlerce anarşist sendika, konfederasyon, devrimci örgüt vardı. Başlangıca doğru devletlerin yöneticilerine suikast düzenleme çağrıları (Anderson 2006) için bir hamle vardı, bu hamle oldukça kısa sürdü ve anarşist konuşmacılar ve örgütlü gruplar, bu strateji verimli olmadığı için desteklerini hızlıca geri çektiler. Yine de ilerleyen onyıllar, kendisine anarşist diyen insanlar tarafından yapılan ardı arkası kesilmeyen dramatik suikastlere şahitlik etti. Bu zaman diliminde, onlar tarafından bu eylemlerin planlanıp desteklenmesi bir yana, gerçekten bu anarşist örgütlerin ürünü olan herhangi bir gerçek suikastçi bilmiyorum; bilakis anarşist hayatla Unabomber’dan daha fazla bağı kalmamış, aşağı yukarı aynı akıl sağlığına sahip, neredeyse sürekli olarak izole bireyler oldukları ortaya çıktı. Sanki anarşizmin varlığı, ıssız, silahlı adamlara kendilerini adlandıracak bir şey vermiş gibiydi.[14] Ama bu durum Pyotr Kropotkin ve Emma Goldman gibi anarşist yazarlar ve konuşmacılar için sonsuz ahlaki açmazlar yarattı. Sonuçları geniş ölçüde hareket için ne kadar felaket olursa olsun, bir anarşist ne hakla bir tiranı öldüren bireyi kınayabilir? Bütün sorun, sonu gelmeyen derin ahlaki tartışmalar sorunuydu: mesele yalnızca bu tür eylemlerin meşru olup olmaması değildi, mesele bu tür eylemlerin akıllıca ve hatta meşru olmadığını düşünen anarşistlerin bunları halka açık şekilde kınamasının meşru olup olmadığıydı. Anarşist tutkuları böylesine karıştıran pratik, ahlaki sorular hep olmuştur: Doğrudan eylem nedir? Ne tür eylemler sınırı aşar ve sınırı aşan eylemler yapanlarla ne tür bir dayanışma borçluyuz? Veya: miting yapmanın en demokratik yolu nedir? Bir örgütlenme hangi noktada güçlendirici olmayı bırakıp boğucu ve bürokratik hale gelir? Meta biçimi veya yabancılaşma mekaniğinin doğasını analiz etmek için birçok insan, Marksist entelektüellerin—genellikle orjinali anarşistlerin yoğun olarak içinde olduğu daha geniş işçi hareketinden sızan fikirlerden alınmış—yazılı eserlerinden yararlanmakla yetindi. Ki bu aynı zamanda anarşistlerin Marksistlerle devrimin nasıl yapılacağı konusundaki keskin ve hatta şiddetli fikir ayrılıkları için hep bir tamamlayıcılık olmuştur, en azından görünürde.[15]

Bu yüzden anarşizmin tarihini Marksizm gibi entelektüel bir geleneğin tarihini yazar gibi yazmanın aldatıcı olduğunu düşünüyorum. Kişi isterse hikayeyi bu şekilde anlatamaz demiyorum. Anarşizm üzerine olan birçok kitap böyle anlatıyor. Belli kurucu entelektüel figürlerle başlıyorlar (Godwin, Stirner, Proudhon, Bakunin), onların geliştirdikleri radikal fikirleri açıklıyorlar, bu fikirlerden ilham alan daha geniş hareketlerin hikayesini anlatıyorlar, ve sonra politik mücadeleleri, savaşları, devrimleri, ve sonucunda gelen toplumsal reform projelerini belgeliyorlar. Ancak bu sözde kurucu figürlerin gerçekte ne söylediğine baktığımızda, birçoğunun aslında kendilerini yeni büyük bir teori yaratan kişiler olarak görmediklerini öğreniyoruz. Kendilerini, tarih kadar eski olduğunu belirttikleri bir isyan sağduyusuna isim ve ses veren kişiler olarak görüyorlar. Anarşizm bir hareket olarak endüstriyel proletaryanın kitlesel örgütlenmesinde kök salmışken, anarşistler (kendisi endüstriyel işçi olanlar da dahil) aynı zamanda mevcut pratik biçimlerinden; özellikle köylüler, yetenekli zanaatkarlar, ve hatta belli bir ölçüde suçlular, serseriler ve kendi zekalarıyla yaşayan diğer kişilerden, bir başka deyişle bir dereceye kadar kendi yaşamları ve çalışma koşulları üzerinde kontrol sahibi olanlardan, belli bir oranda özerk unsurlar olarak kabul edilebilecek kişilerden ilham almaya yönelmişlerdir. Marksist terimlerle bu kişilerin yabancılaşmamış üretim deneyimlemiş kişiler olduğunu söyleyenler olabilir. Bu kişiler devletli ve kapitalist bürokrasilerin, maaş ve ücretli emeğin dışında bir hayat deneyimlemiştir; bu ilişkilerin kaçınılmaz olmadığının farkındalardı; çoğunlukla bu ilişkileri özünde ahlak dışı olarak gördüler. Kendileri sıklıkla belirgin bir politik felsefe olarak anarşizme daha fazla çekildiler, ve en azından bazı zamanlarda ve yerlerde (İspanyol köylüleri, İsviçreli saatçiler) anarşizmin kitlesel tabanını oluşturdular; dahası anarşizmle fazla yakınlık hisseden endüstriyel proletaryanın elementleri, yaşamın diğer biçimlerinden en az silinenleriydi. Marx’ın kendisi “küçük burjuvazinin” ve “lümpen proletaryanın” meymenetsiz bir kombinasyonu olarak anarşist tabanı reddetti ve herhangi bir şekilde kapitalizmin dışında durabilecekleri fikrini gülünç buldu. Marx için kapitalizm bir toplayıcı sistemdi. Kendi altında yaşayan herkesin bilincini en samimi biçimde şekillendirirdi. Kapitalizmin Proudhon ve Bakunin gibi yazarlardan gördüğümüz türden eleştirisine Marx, küçük ölçekli tüccarların ve üreticilerin daha büyük tüccarlar karşısındaki korkusu, basitçe bir küçük burjuva ahlakı olarak görüp karşı çıktı. Onların devrimcilere öğretecek hiçbir şeyleri yoktu. Yalnızca mevcut sistemde hiçbir hissesi olmayan endüstriyel proletarya gerçekten devrimci bir sınıf olabilirdi.

Bazıları, Marx’ın düşüncesine ilişkin bu görüşün biraz kaba ve nüanslı olduğuna hiç şüphe yok ki itiraz edecek ve muhtemelen haklı olacaklardır. Ancak bu, Marksizm adına konuştuğunu iddia edenler arasında kısa sürede standart haline gelmiş olan görüşü temsil ediyor. Benim buradaki amacım olayın esaslarını tartışmak değil, esasen tüm anarşist projeye rakiplerinin gözünden ne ölçüde baktığımızı vurgulamaktır.  Dahası, bu anarşizm, “Marksizm” olarak adlandırılandan farklı bir teori ve pratik ilişkisini içerme eğilimindedir. İkincisi,—tüm materyalist iddialar için—içtenlikle idealisttir. Marksizmin tarihi bize büyük düşünürlerin tarihi olarak sunulur,—Leninistler, Maoistler, Troçkistler, Gramscianlar, Althusserianlar—Stalin veya Enver Hoca gibi vahşi diktatörlere bile büyük filozoflar gibi davranılmak zorundaydı, çünkü fikir her zaman bir kişinin derin teorik anlayışıyla başlamış ve politik eğilim bundan çıkmıştı. Bunun aksine Anarşist eğilimler asla tek bir teorisyenin anlayışının izini takip etmedi, bizim Proudhoncularımız veya Kropotkincilerimiz yok, Çağrışımcılarımız, Bireycilerimiz, Sendikalistlerimiz ve Platformistlerimiz var. Neredeyse her zaman ayrımlarımız örgütsel felsefeye ve devrimci pratiğe dayanır.

O halde, pratiğin önce geldiği ve teorinin esasen ikincil olduğu bir siyasi hareket hakkında nasıl düşünüyoruz?

Bana göre “anarşizm” kelimesinden başlamak yerine “anarşist” kelimesinden başlamak daha faydalı. Ne tür insanlar, fikirler veya kurumlar bu kelimeyle adlandırılıyor? Genel olarak söylersem, terim üç farklı şekilde kullanılabilir. İlki, “anarşizm” (veya bazen “anarşi”) olarak bilinen bir doktrini, veya daha kesin bir ifadeyle insan olasılıkları üzerine belli bir görüşü onaylayan insanlar için kullanılabilir. Bu az çok geleneksel bir tanımdır. Anarşistler, tarihi 19. yüzyıldaki kurucu figürlerine kadar dayanan bir entelektüel geleneğin taşıyıcısıdırlar: yüzyılın dönüm noktasında anarşist literatürün Çin ve Hindistan gibi yerlerde Marksizmden veya Batıdaki devrimci düşüncelerin diğer çok etki bırakan anlatılarından çok daha önce arzuyla okunduğu noktaya kadar oldukça hızlı bir şekilde yaygınlaşmıştı (e.g., Dirlik 1991), ancak 20. yüzyılın başlarında büyük ölçüde onun—Marksizmin—tarafından yerinden edildi.[16] Picasso’dan Mao’ya, dönemin öne çıkan tüm figürleri, hayatlarına anarşist olarak başlayıp Komünist olarak bitirdiler. Ancak daha geniş de konuşabiliriz. Tarihçilerin erken Çin’deki köylü isyancıları veya Avrupa’daki dini radikalleri, hükümetlerin otoritesini reddettikleri ve insanların hiyerarşisiz bir dünyada daha iyi yaşayacaklarına inandıkları bağlamında “anarşist” olarak adlandırması, kesinlikle duyulmamış bir şey değildir. Bu anlayışa göre anarşizm her zaman vardı, ve anarşist fikirlerin herhangi bir biçimde gelişimini görmemiş hiçbir büyük entelektüel gelenek yoktur. (Bu elbette 19. yüzyıl Avrupalı anarşistlerinin dünyanın diğer kesimlerindeki insanlara mantıklı gelmesinin sebebidir.) Son olarak, üçüncü bir anlayış vardır. Evans-Pritchard gibi bir antropolog, Nuer’in “düzenli anarşide” yaşadığını söylerken (1940), veya Joanna Overing, Amazonlu Piaroa halkını bu kelimeyle tanımlarken (1986, 1988), ne doktrinlerden ne de anti-otoriter isyancılıktan bahsediyor. Aslında kurumlardan, alışkanlıklardan ve pratiklerden bahsediyorlar. Yani örgütlenmenin eşitlikçi biçimleriyle—takas sistemleriyle, karar alma biçimleriyle, veya basitçe günlük hayat akışında alıştıkları yollarıyla—karakterize edilen toplumlar vardır ve bu daha geniş bir eşitlikçi ortam tarafından aşılanmaya ve desteklenmeye eğilimlidir. Anarşizm bu anlayışa göre bir yaşam biçimi, veya en azından bir dizi pratiktir.

Bir başka deyişle “anarşizm” bir vizyon, bir tutum olarak veya bir dizi pratik olarak görülebilir. Kabul edilmelidir ki bu ikisi arasındaki ayrımın hatları biraz belirsizdir. Eşitlikçi bir temelde günlük hayatlarına devam eden kişiler bunu yapmaya eğilimlidirler çünkü insanların yapması gerekenin bu olduğunu hissederler; hiyerarşinin bütün biçimlerini sakıncalı bulanlar, normal olarak hiyerarşi olmadan yaşamanın yollarını bulmak için ellerinden geleni yaparlar. Yine de ilk durumda eşitlikçi bir ortam, büyük ölçüde gelişmemiş olarak kalabilir. En azından teoride anarşist bir toplumda yaşayan kişi yaşamanın başka bir yolu olduğundan tamamen habersiz olabilir; böyle bir insan çok farklı varsayımlara sahip bir insanla, örneğin yabancı bir işgalciyle karşılaştığında muhtemelen yalnızca belirgin anti-otoriter tutumlar geliştirecektir. Benzer şekilde, sosyal olarak üstün olanlar tarafından itilip kakılmaktan rahatsız olanlar, hiyerarşinin insan yaşamının doğal ve kaçınılmaz bir özelliği olmadığının kanıtı olarak, arkadaşları ve komşularıyla başa çıkmak için sıklıkla kendi yollarını ararlar. Bu ilişkilerin eşitliğine çok iyi değer vermeye başlayabilirler, hatta bu tür insanlarla eskiden olduğundan daha iyi bilinçle eşitlikçi bir şekilde baş etmeye çalışabilirler. Proudhon’un veya Bakunin’in fikirlerini oldukça makul bulan—ve Marx’ın küçük burjuva olarak adlandırdığı—19. yüzyılın İspanyol köylüleriyle İsviçreli saatçilerinin yaptığı şey tam olarak buydu.

Tartışmak istediğim şey, “anarşizmin” en iyi düşünüldüğü şeydir, bunlardan herhangi biri olarak değil; bir vizyon olarak değil, tam olarak bir tutum veya pratikler dizisi olarak değil. Bunlardan ziyade en iyi şekilde bu üçü arasında ileri geri bir hareket olarak düşünülmelidir. Ne de olsa yabancı işgali veya itaati deneyimi eşitlikçi toplulukların hiyerarşi fikrinin kendisini reddetmesine veya birbirlerine titizlikle eşitlikçi davranmalarına neden olmak zorunda değildir: etki tam tersine de olabilir. Bu üçü birbirini pekiştirdiğinde, baskıya karşı bir tiksinti insanların hayatlarını daha bilinçli eşitlikçi bir tarzda yaşamaya çalışmasına neden olduğunda, bu deneyimleri daha adil bir toplum için vizyonlar üretmekte kullandıklarında, karşılığında bu vizyonlar mevcut sosyal düzenlemeleri daha da gayrimeşru ve iğrenç görmelerine neden olduğunda, o zaman anarşizmden bahsedebiliriz. Dolayısıyla anarşizm hiçbir anlamda doktrin değildir. Bir harekettir, bir ilişkidir, bir arınma, ilham, deneyim sürecidir. Özü budur. 19. yüzyılda değişen tek şey bazı insanların bu sürece bir isim vermiş olmasıdır.

Bu şekilde bakmak, öbür türlü aşırı karmaşık olacak bazı şeyleri anlamayı kolaylaştırıyor. Örneğin: neden anarşist teori olarak kabul edilen şey, anarşistlerin çoğunluğunun söyledikleri ve yaptıklarıyla genellikle bu kadar az ilişki içindedir? Eğer Kuzey Amerika anarşizmini, basitçe en çok bilinen ve her yerde bulunan belli başlı anarşist süreli yayınlardan öğrenmeye çalışırsak, çoğu anarşistin ya her türlü teknolojiyi, hatta tarımı reddeden Primitivistler, ya da altı veya yedi kişiden fazla olan her gruptan şüphe eden aşırı anti-örgütlenmeciler olduğu – ve geriye kalan anarşistlerin de Paris’te 1924 yılında Rus sürgünlerin yazdığı “Liberter Komünistlerin Örgütsel Platformu” dökümanına bağlılığını duyurduğu izlenimine kapılırız. Aynı zamanda anarşistlerin popüler izleniminin kendini iyiliği için isyan etmeye adayan gözü dönmüş, elverişsiz nihilistler olduğu sonucuna varmamız; veya en azından, anarşistleri, nihilistler ve ana siyasi pratiği karşılıklı suçlama olan ateşli sekterler arasında bölünmüş olarak görmemiz de oldukça olasıdır. Kişinin internetteki anarşist tartışma sayfalarını gözlemlemesi bu izlenimden vazgeçmesine bir nebze de olsa katkıda bulunabilir.[17] Anarşist siyasete ilk dahil olduğumda, kendilerini anarşist olarak gören aktivistlerin ezici çoğunluğunun bu konumların hiçbiriyle özdeşleşmediğini, hatta birçoğunun bunların farkında bile olmadığını keşfettiğimde şaşırdım. Dergileri gerçekten okuyan diğerleri de eğlence amaçlı okuyordu. Başka bir yerde, sekter olmayan anarşistleri kendisini herhangi bir belirli hatla tanımlayanlardan—Yeşil Anarşistlerden, Bireycilerden, Anarko-Sendikalistlerden, post-Solculardan, Platformistlerden vs.—ayırmak için, onları “küçük-a” anarşistleri olarak adlandırdım. İstatistikler mevcut olmamasına karşın, Kuzey Amerika’nın en popüler anarşist websitesi olan infoshop.com’da takılan kişilerle arada sırada anket yapan Chuck Munson, Amerikalı anarşistlerin yalnızca %10’unun kendilerini belli bir sıfatla tanımladığı, %90 kadarının ise küçük-a kategorisine girdiği konusunda beni bilgilendirdi. 

Dahası, kendilerini belirli bir hatla özdeşleştirenlerin çoğu bile, terimin geleneksel anlamıyla bir siyasi ideolojiyle uğraşıyor olsaydık, anlaşılması imkansız olan şekillerde hareket eder. Belirgin bir şekilde aralarından en alışılmışın dışında olanı, Primitivizmi örnek verelim. Amerika’da Primitivist fikirler ilk olarak Detroit şehrinde, 1970 ve 80’lerde Fifth Estate isimli bir gazete çevresinde biçimlenmeye başladı. Tartışma ilk olarak, Marx’ın sermayeyle ilgili yabancılaştırıcı ve baskıcı gördüğü şeylerin merkezini teknolojinin doğası olarak gören, ve dahası küresel “mega makinenin” esas parçası olan proletaryanın, devrimin ajanları olabileceği fikrini reddeden Jacques Ellul ve Jacques Camatte gibi sosyalist sapkınlar tarafından dile getirilen fikirlerle belirli bir Marksizm türünün bir sentezi olarak başladı (Millet 2004).   Geleneksel sol düşüncedeki üretkenlik yanlılığının o sıralarda gelişen daha geniş bir eleştirisinin parçası olarak, bunu tamamen normal bir tartışmadan başka bir şey olarak görmek zor. 90’lardan itibaren Primitivist düşüncenin en agresif hattı, yalnızca “sola” değil, “medeniyetin” kendisine düşmanlık besleyen, kendisi bir zamanlar ultra-solcu olan John Zerzan figürü etrafında oluşmaya başladı. Bitki evcilleştirmekten müziğe, yazmaya, matematiğe, sanata, ve hatta nihai olarak konuşmaya—mutlak, dolaysız deneyim dışındaki her şeye, temelde tüm sembolik temsil biçimlerine—karşı çıkarak, bunların medeniyet tümden yok edilip taş devrine dönülerek üstesinden gelinebilecek yabancılaşma biçimleri olduğunu iddia ederek Zerzan, basitçe alınabilecek en radikal pozisyonu aldı. Şimdi, Zerzan’ın anarşizm üzerindeki etkisi medyada oldukça abartıldı, ancak fikirlerini çok ciddiye alan önemli sayıda Yeşil Anarşist var, ve bu Yeşil Anarşistler bu fikirlerin agresif çığırtkanlığını yapan sayısız dergi ve gazete çıkarıyor, ultra-Primitivist pozisyonun herhangi bir yönü hakkında şüphe uyandırmak isteyen herkesle sürekli kızgın tartışmalara giriyorlar.[18]

Yontma taş çağına dönüş fikri—bitki evcilleştirmenin, dilin reddi—açıkça absürt bir fikir. Bunu yapmak için dünya nüfusunu en az %99.9 oranında azaltmak gerekir. Primitivistler de bundan habersiz değillerdir: Fifth Estate kişileri bu sorun hakkında 1970’lerde uzun bir tartışma yaptılar, editörler nükleer savaş gibi küresel bir felaket görmek istemeseler de, en iyi ihtimalle negatif nüfus artışı için bir aşamalı süreç umdukları sonucuna vardılar. Görünüşe göre en yeni Primitivistler endüstriyel ve demografik çöküşü açıkça benimsemek ile—bazılarının insanlığın büyük ölçüde yok edilmesi gereken bir virüs olduğunu iddia ettiğini duydum—mantığa ve sağduyuya karşı çıkarak kitlesel nüfus azalışının gerekli olduğunu bile reddetmek arasında geçiş yapıyorlar (Zerzan bunu genellikle anarşist olmayan izleyicilerin önünde yapar). Aynı zamanda, bu aynı yazarlar, klasik bir anarşist strateji olan “eskinin küllerinden yeni bir toplum kurmak” fikrini destekleyenleri sürekli kınarlar. Yeni kurumların, yavaş, sancılı bir şekilde yaratılmasından bahseden her şeyle modası geçmiş “Solculuk” olarak alay ederler, gerçek özgürlüğü ancak mevcut kurumların ve yapıların tümden yok edilmesinin ardından içgüdüsel “vahşiliğe” geri dönüşün getirebileceğini iddia ederler.

Buradaki amacım Primitivist pozisyonu eleştirmek değil: bu tamamen anlamsız. Felaket beklemekten başka herhangi bir stratejiye saldırmanın, ve sonra birinin felaketi savunduğunu inkar etmenin kesinlikle bir anlamı yok. Benim asıl noktam şu: eğer bu klasik bir ideolojik pozisyon olsaydı, etkilerinin tamamen siyasetten arındırıcı olmasını beklemeliydik. Eğer kişi gerçekten endüstriyel çöküşü veya benzer bir felaketi iple çekiyorsa, en bariz eylem tarzı, 1980’lerde sağcı survivalistler tarafından izlenen yol olacaktır: ormana gitmek, bir sığınak kazmak ve konserve yiyecek ve otomatik silah stoklamaya başlamak. Veya, alternatif olarak belki uzak bir ada bulmak ve taş devri teknolojilerini yeniden canlandırmaya çalışmak. Bildiğim kadarıyla hiçbir Yeşil Anarşizm yanlısı bu tür bir şey yapmadı. Bunun yerine tıpkı diğer anarşistler gibi davranmaya yöneldiler. Primitivistler büyük olasılıkla sendika örgütlemekten ziyade ekoloji veya hayvan hakları kampanyalarına dahil olurlar, ama örneğin New York’ta, Independent Media Center’la birlikte çalışan, video kolektiflerinde, Food Not Bombs’ta, topluluk bahçelerinde, siyasi tutsak destekleme ağlarında, feminist gruplarda, bisiklet kampanyalarında, işgal evlerinde, kitapçı kooperatiflerinde, savaş karşıtı kampanyalarda, göçmen, barınma hakları kampanyalarında ve anarşist örgütlenmenin hemen hemen diğer tüm önemli tezahürlerinde çalışan ateşli Yeşil Anarşistler tanıdım. Primitivistler aslında sıklıkla aktivistler arasında en güvenilir ve özel olanlardır.

Bu tür bir çelişkiyle karşı karşıya kalındığında, Evans-Pritchard’ın Zande büyücülüğü hakkında sorduğu soruyu sormaktan kaçınmak zor: “Aksi halde makul insanlar olacak kişiler bu tür şeylere inandıklarını nasıl iddia edebilirler?” Eğer gerçek Primitivizm yanlılarına bu çelişkileri işaret edersek—örneğin onlardan, mesela Bangladeş’in nüfusu bir gün tarımı bırakmaya karar verse neler olacağını düşünmelerini istersek—genellikle cevap “ama bu bir program değil! Bir eleştiri.” olacaktır. Veya alternatif olarak, argümanın çok mantıklı pragmatik koşullarına karşı çıkabilir, bunların temelde yerinden edilmiş ve yanlış bir dünyanın durumu hakkında şiirsel, sezgisel anlayışlar olduğunda ısrar edebilirler. Benzer olarak, Zerzan’ın en koyu hayranları bile üstlerine gidildiğinde gerçekten dilin ortadan kaldırılmasından yana olmadıklarını genellikle itiraf ederler, bunun yerine dilin ne derece aldatıcı, ideolojik veya maskeli olabileceğini ve daha doğrudan deneyim biçimlerini engelleyebileceğini vurgularlar.

Sanırım tüm bunlar itirazı ve Primitivizmin neden bu gibi mutlaklara yöneldiğini yeterince açıklıyor. Birçok orta sınıfı, beyaz genci anarşizme iten mutlak yabancılaşma hislerini kesinlikle ciddiye alma ve en azından bu yabancılaşmanın her yönünün yok olduğu bir dünya hayal etmeye çalışmak için gerçekten de bir girişimdir. Sonuçları ancak bir mit olabilir. Primitivistler de çokça yayılmış felaket ve Eden’in bahçesi efsanelerinin, gerçeğin sezgisel anlayışları—bir zamanlar bir tür cennette yaşamamız, onu kaybetmemiz ve sanayi toplumunun feci bir çöküşüyle ​​onu tekrar geri almamız—olduğunu iddia ederek bunu kabul ederler. Kıyamet miti, devrime olan inancın yerini alır. Bir bakıma aynı şeydir, sadece daha mutlaktır: politik temsiliyetin geleneksel anarşist reddi, temsiliyetin her biçimini reddetmeye dönüşür, sanatı ve dili bile. Birçok Primitivist için uğraştığımız şey budur: yabancılaştırıcı kurumların kapsamlı bir eleştirisi, ve ilhamı önleyen ve kişiye sürekli olarak neden isyanda olduğunu hatırlatabilen bir tam özgürlük rüyası. Birçoğu için, dışarıdakilere herhangi bir anlam ifade etmediği gerçeği, bu itirazda muhtemelen büyük bir yer kaplamaktadır.

Görünürde çok farklı bir örnek vereyim. Amerika’da anarşist fikirlerin yaygınlaşmasının ana biçimlerinden birisi feminist bilim kurgu romanları olmuştur: Ursula LeGuin’in Mülksüzler (1974)’inden Starhawk’ın Beşinci Kutsal Şey (1993)’ine kadar. Benzer bir şekilde çalışıyorlar. Düşüncenin belirli yönelimlerinin, pratiğin çeşitli biçimlerinin gözlemlerin ötesinde tahmininin, ütopyacı hayal deneylerinin kristalleşmesidirler. Temel fark şudur: romanlarda geliştirilen görüşler kurgudan başka bir şey olma iddiası taşımadığı için, onları okumaktan (veya yazmaktan) keyif alan kişiler alternatif görüşlerin yanlış olduğunu iddia etmeye yönelmezler. Yeşil Anarşizme gelirsek, yazıların çoğunun iğneleyici niteliği, iki faktörün bir araya gelmesinden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Ekolojinin aciliyeti, gezegenin yok edildiği ve çok hızlı bir şekilde bir şeyler yapılmazsa zaten hepimizin yok olacağı hissi, ve orijinal katılımcıların çoğunun sekter Marksist kökenlerinden miras kalan aşırı derecede çekişmeli tartışma alışkanlığı.[19]

Bu konuda, sıradışılar. Bahsettiğim gibi, anarşistler uzun zamandır yüksek teoriden kaçınma eğilimindeler. David Wieck’in—daha kimse ‘postmodernizm’ kelimesi üzerine düşünmemişken—1971’de dediği gibi:

Anarşizm her zaman anti-ideolojik olmuştur: anarşistler her zaman teori ve sistemin önceliğine karşı yaşamın ve eylemin önceliğinde ısrar etmişlerdir. Teoriye bağlılık pratikte teoriyi otoriter şekilde yorumlayan bir otoriteye (partiye) bağlılığı ifade eder, ve bu bağlılık, merkezi siyasi otoritenin olmadığı bir toplum inşa etme amacının ölümcül şekilde altını boşaltır. Bu nedenle, hiçbir anarşist yazı, Marx’ın yazılarının takipçileri tarafından kabul edilmesi anlamında otoriter veya kesin değildir (1971: ix).

Aslında anarşizmde teoriyle aynı rolü gören birçok şey onun otoriter bir yazı olarak kullanılması olasılığını ortadan kaldırmak için bir çeşit jest yapar. Primitivizm belki de tüm baskıcı konumların hakkından gelmeye çalışarak geleneksel sekter ideolojiye en çok benzeyendir, ama içeriği elle tutulur ölçüde fantastiktir ve birçok yönüyle pratiğe yansıtılamaz. Bazı görüşler romanlardan biçim alır. Diğerleri komedi rutinleri gibi okur. 1990’ların en popüler anarşist yazarlarından birisi,—”Geçici Otonom Bölge” konseptinin mucidi—genç oğlanlara erotik takıntısı olan deli bir İsmaili şair olan Hakim Bey’in kişiliği altında yazıyor, yazıları gerçekte olmayan bir Mağribi Ortodoks Kilisesi’nden bildiriler biçimini alıyor.

Bey’in mistik iddiaları başka bir eğilimi simgeliyor: aksi halde teori tarafından doldurulabilecek alanı, soyut konumu kutsalla özdeşleştirmek, ama sonra kutsalı gülünç kılmak. Hareketin ana kutsal objeleri (ama aynı zamanda en kendinin farkında aptalca olanları) denebilecek dev kuklaların rolünü ele alırken bu alışkanlıktan daha sonra bahsedeceğim. Burada anarşizmin maneviyatla ilişkisinin her zaman karmaşık ve ikircikli olduğunu söylemek yeterlidir. 19. ve erken 20. yüzyıllarda, güçlü kiliseye sahip Avrupa anarşizmi diğer ülkeler arasında en güçlüsü olma eğilimindeydi, ve Tanrı fikrinin kendisini hiyerarşi ve sorgusuz otoriteyle tanımlayarak radikal ateist bir cephe almaya yöneldi. (Bakunin’in ünlü sözü “Tanrı gerçekten varsa, onu yok etmek gereklidir.” İstisnalar—Tolstoy gibi Hristiyan anarşistler—vardı ancak toplumsal hareketlerle genellikle yakından ilişkili değillderdi.) Bazıları İspanyol anarşizminin, özellikle kırsal tezahürlerinde bin yıllık peygamberce bir dinin bazı niteliklerini aldığını tartıştılar (Brenan 1943; cf. Borkenau 1937)—ama eğer öyleyse, ana ritüelleri kiliseleri yakmak veya aşağıda gizlenen yolsuzluğu ortaya çıkarmak için mumyalanmış rahibe cesetlerini kilise mahzenlerinden çıkarmak gibi eylemleri içeren biriydi (Lincoln 1991). Çağdaş anarşizmde bu düşmanlık büyük ölçüde ortadan kalktı: Kısmen birçok ülkede kilisenin gücünün büyük bir kısmını kaybetmesi nedeniyle, kısmen çok fazla anarşist müttefikin (örneğin yerli halklar veya Amerika Birleşik Devletleri’nde Quaker’lar, radikal rahipler ve bakanlar) siyasetlerine dini inançlar yoluyla gelmiş olmalarının muhtemel olması nedeniyle, kısmen de feminist paganizm gibi özel olarak anarşist maneviyat biçimleri gelişmesi nedeniyle. Aynı zamanda özellikle—doğası gereği çoğulcu ve açık uçlu olmanın yanı sıra (dolayısıyla çoktanrıcı)—anarşist maneviyat biçimleri neredeyse her zaman en azından önemsiz bir şekilde kendini geri çeker ve kendilerinden uzaklaşma yeteneğine sahiptir.[20] Birçok pagan, görüşlerini son derece doğru ve aynı zamanda bir tür tuhaf komedi olarak görme konusunda çarpıcı bir yeteneğe sahiptir. Sıklıkla hem bir ritüel, hem de o ritüelin parodisini yapıyormuş gibi görünürler; gülmenin ve kendi kendine alay etmenin en olası olduğu nokta, tam da kişinin en gizemli, bilinemez veya derin olana yaklaştığı noktadır. Aynı tuhaf, oyunbaz nitelik, anarşist teorinin diğer dallarında olduğu gibi, pagan feminist literatürün büyük bir kısmında da yansıtılır, ve en iyi ihtimalle “teoriyi” yaratıcı bir yazı biçimi olarak gören bir duyarlılığı yansıtır, her ikisi de son derece doğrudur, çünkü gerçekliğin başka türlü görünmez bazı yönlerini vurgular, ama aynı zamanda son derece aptalcadır, çünkü bunu diğer yönlere karşı bile isteye kör olarak yapar.[21] Ayrıca nihai, bilinemez, kutsal olan şey, hayal gücünün yeni teoriler, vizyonlar veya başka herhangi bir şey yaratma yeteneğinin kendisidir.

Tüm bunlar belki de biraz abartıdır: okuyucu muhtemelen benim kendi teorik taşkınlıklarımı hakkında yazdığım kişilerden çok daha fazla ciddiye almamalıdır. Ana nokta—Proudhon’un, Kropotkin’in Rocker’ın, Malatesta’nın, De Santillan’ın ve diğerlerinin Marksizmin gölgesinde yazılmış “klasik” çalışmalarının aksine—çağdaş anarşist “teori”nin, en açık şekilde, başkalarına devrimin uygun şekilde yürütülmesi konusunda talimat verecek kapsamlı bir anlayış sağlamayı amaçlamamasıdır. Bir ideoloji değildir, tarihin bir teorisidir. Daha ziyade ilham verici, yaratıcı bir oyuna doğru yönelir. Her şeyden çok, belirli uygulama biçimlerinin yaratıcı bir yansıması ve bunlardan yapılan bir çıkarımdır: küçük bir yakınlık grubunda çalışma deneyimi, insanlık tarihinin çoğu için tek sosyal birim olduğu varsayılan avcı/toplayıcı grubu Primitivist idealleştirmeleri için bir model haline gelir; kızkardeşlik deneyimi, anaerkil bir Tanrıça dini için bir model haline gelir; kolektif şiirsel ilhamın vahşi bir anının deneyimi veya hatta özellikle iyi bir parti, Geçici Otonom Bölge’nin teorisinin temeli haline gelir. Çağdaş anarşistler Marksizme döndüğünde bile, favori teorisyenleri büyük çoğunlukla Durumcular, Raoul Vaneigem (1967) ve Guy Debord (1967), Teori, sanat ve yaşamı birleştirmeye çalışan avangard geleneğe en yakın Marksist teorisyenlerdir.

Eğer anarşizm belli teorik görüşleri pratiğe dökme girişimi değilse, onun yerine ilham verici görüşler, anti-otoriter tutumlar ve eşitlikçi pratikler arasında sürekli bir karşılıklı alışverişse, onun analizi için etnografinin neden böyle uygun bir araç olduğunu görmemiz kolaylaşıyor. Bu tam olarak etnografinin yapmaya çalıştığı şeydir: bir dizi uygulamanın anlamını kavramak için ilgili mitler ve ritüellerle birlikte bir yaşam biçimindeki örtük mantığı ortaya çıkarmak. Elbette bunu yapmanın bir diğer yolu, bunlar etik ve örgütsel sorulara odaklanma eğiliminde olduğu için benim başta yaptığım gibi anarşist tartışmaları takip etmektir. Son günlerde bu tartışmaların çoğu, hareket içerisindeki ırkçılık ve cinsiyetçilikle nasıl savaşılacağına, karar almanın biçimlerine, şiddet ve şiddetsizlik sorularına odaklanıyor. Sonuncusu, anarşizm ile doğrudan eylem arasındaki ilişki sorusuyla en doğrudan ilgili olanı olduğu için, 20. yüzyılın ikinci yarısında, 1960’larla başlayan ve ikisinin kesin olarak birleşmeye başladığı noktada, 1990’larda biten doğrudan eylem ve doğrudan demokrasinin Kuzey Amerika toplumsal hareketlerindeki rolünün hap tarihine geçmeden önce ikisi arasındaki ilişkinin kısa bir değerlendirmesine geçeyim.

(Bu yazının devamı ve üçlünün son yazısı olan “Şiddet ve Şiddetsizlik” başlıklı yazıya buradan ulaşabilirsiniz.)

Çeviri: Barikat Haber