Yeni solun reşit olduğu zamanda, çevreciliğin radikal versiyonun geçirdiği oldukça kapsamlı metamorfozların [başkalaşımlar] ve evrildiği devrimci düşüncelerin boyutunu, Yeni Sol’un çoşkulu günlerinden neredeyse tamamen kopmuş olan günümüz kuşağına aktarmak zordur –klasik sosyalizmdeki, özellikle de onun Marksist biçimindeki belli başlı sorunlardan bahsetmeye dahi gerek yok. Bu değişiklikler bizi bilhassa bugün yükümlü kılıyor.
Aslında, Yeni Sol’un toplumsal ekolojiyle ilgili yazılarıma, hatta “Ekoloji ve Devrimci Düşünce” (1964) gibi manifesto tipi makalelerime verdikleri ilk tepkiler, benim Eski Sol’dan olan yoldaşlarımın 1930’larda verecekleri şekle oldukça benzerdi. Altmışların belki de en sofistike sol “hareket”i –ve kesinlikle en küstahı, yani Fransız Durumcular ve onların Amerikalı dalkavukları, insanlığın doğal dünya içerisindeki yeri Sol ve altmışlar açısından o kadar ilgisiz bir konuydu ki, kafasızca beni “Smokey the Bear” (ABD Orman Servisi’nin çocukça sembolü!) olarak gösterdiler. Buna dayanarak, Marks ve Engels’in, benim bizzat birkaç yıl önce alenen teşhir ettiğim görüşlerin nasıl “gerçek” sağlam takipçileri oldukları konusunda ders vermemi takiben bana tekrar tekrar yazılarımda “sınıf savaşımı”nın nerede olduğu soruluyordu –sanki “sınıf savaşımı” benim yazdığım herr şeyde içkin değilmiş gibi. Benim Sol’daki dogmatik muhaliflerim, çevresel meseleleri Marks ve Engels’in yazılarındaki korumacılığın önemi gibi yapılara uydurmayı deneyerek, üzerinde durdukları zemini kaydırmaya başladılar. Kısacası, Sol, halkın ilgisini saf ve basit olan kapitalizmin yıkılması muğlak gereğinden saptıran bir “küçük burjuva” gayreti olarak gördükleri ekolojik meselelere [eğiliyordu] açıkça!
Bu eleştiri, hiç şüphesiz ki belli bir miktar doğruluğa sahipti. Toplumsal yönelimli ekolojiyi andıran şeyler –William Vogt’un ellilerdeki Yağmalanmış Gezegenimiz’i ve Rachel Carson’un 1962’deki Sessiz Bahar’ı gibi– insanlığın maddi refahı ve hiyerarşinin rasyonel bir toplum yaratma girişimleri üzerindeki etkilerinden ziyade, insan nüfusunun büyümesinin etkileri ve giderek sanayileşen bir dünyada vahşi yaşamın kaybedilmesiyle ilgiliydiler. Belli açılardan, ekolojistler, 1880’lerde “ekoloji” kelimesini yaratan Ernst Haeckel’in ortaya attığı gerici motiflerlerden esinlenmişlerdi –kapitalist sistemin görünüşte “biyolojik sorunlar” üretmekteki etkilerinden ziyade, dikkati çekecek şekilde “insanlığın” gezegen üzerinde ürettiği zararlara [odaklanarak]. Her ne kadar Carson zehirli böcek ilaçları üretmesi nedeniyle kimya sanayisine saldırsa da, algısı kuvvetli okurlar, [Carson’un] bunun insanlar üzerindeki etkisinden ziyade kuşlar üzerindeki etkisiyle ilgilendiğini görebilirler. Ne o, ne de diğer ekolojik eleştirmenler, insani olmayan doğa ve toplum arasındaki büyüyen eşitsizliği üreten toplumsal ve olumsuz sistemik kaynakları incelemişlerdir. O ve onun yolundan giden ekolojik eleştirmenler sıklıkla, sınıflardan ayrı, soyut bir “insanlık” (toplumsal açıdan belirsiz bu kelimenin anlamı ne olursa olsun) terimleriyle düşünüyor gözüküyorlardı. Carson ve onun takipçilerine göre, biyosferi zayıflatan ekolojik tahribattan sorumlu olan belirli bir toplumsal düzen –ismiyle kapitalizm ve girişimsel rekabet– değil, “ahlaki olmayan” insan davranışıydı.
Bunun aksine, toplumsal ekoloji, toplumun doğal dünyayla etkileşiminin anlamını ve etkileri tamamen tersine çevirdi. 1964’deki bir makelemde (“Ekoloji ve Devrimci Düşünce”) nadiren kullanılan “toplumsal ekoloji” terimini ilk defa kullanmaya başladığım zaman, doğaya hakim olma düşüncesinin kaynağının bizzat insanın insan üzerindeki gerçek hakimiyetinde olduğunu vurguladım –yani hiyerarşide. Bu statü gruplarının, ekonomik sınıflar ortadan kaldırılsa bile var olmaya devam edebileceklerinde ısrar ettim.
İkincisi, hiyerarşinin ortadan kaldırılması, sınıfların ortadan kaldırılması için gerekenlere göre hiç de daha az köklü ve daha az kapsamlı olmayan kurumsal değişiklikler gerektirir. Bu, “ekoloji”yi tanımlanmamış bir “doğa”yla olan endişeli, sıklıkla da romantik ve mistik bir meşguliyetin, “vahşi yaşam”la yaşanan bir aşk ilişkisinin çok ötesine taşıyarak, onu tamamen yeni bir sorgulama ve praksis düzeyine yerleştirdi. Toplumsal ekoloji, insan oğullarıyla [insani varlıklar] onları çevreleyen organik dünya arasındaki en yakın ilişkiyle ilgileniyordu. Böylece, toplumsal ekoloji, ekolojiye keskin bir devrimci ve politik yan kazandırdı. Diğer bir deyişle, bizler değişiklikleri yalnızca nesnel [objektif] ekonomik ilişkiler aleminde değil, aynı zamanda kültürel, etik, estetik, kişisel ve psikolojik sorgulamanın öznel [sübjektif] alemlerinde de hedeflemekle yükümlüydük.
En temel olarak, bu ilişkiler tüm toplumsal yaşamın tam temelinde var oluyorlardı: başta da, toplumsal formasyonun kabile veya köy aşamaları gibi en basit toplum biçimlerinde dahi, bilhassa emek aracılığıyla, doğal dünyayla etkileşim yollarımız. Ve şurası kesindir ki, türümüzün bizzat varoluşunu tehdit edebilecek şekilde insanlık ile doğal yaşam arasında olumsuz bir ekolojik dengesizliğe sahipsek, bu eşitsizliğin nasıl ortaya çıktığını; hatta “doğa” kelimesiyle ne demek istediğimizi; doğal dünya içinden toplumun nasıl ortaya çıktığını; kendisini kaçınılmaz bir şekilde asli doğal ilişkilerden nasıl yabancılaştırdığını; hükümet, hukuk, devlet, hatta sınıflar gibi temel toplumsal kurumların insan toplumu kendi başına varolmadan önce diyalektik olarak birbirinden nasıl ve neden ortaya çıktığını; ve, basit içgüdü ve ananenin ötesine geçen şekilleri (atamerkezcillik [patricentricity] ve ataerkillikten bahsetmiyorum bile), ve ortaya çıkışlarının yalnızca ekonomik etkenlerle açıklanmasının kolay olmadığı benzeri sayısız “kültürel” ilişkileri anlamamız gerekiyordu.
Ancak, toplumsal ekolojinin minimal muhasebesi olarak adlandıracağım yukarıdaki sunumu, bir kimsenin konu üzerinde ders verebileceği yegane kuramsal kaynak olarak görmek bir hata olacaktır. Ben, toplumsal ekolojiyi, yalnızca “doğaya karşı toplum” sorunundan rahatsız olduğum için geliştirmedim –her ne kadar bu asla zihnimden uzak olmasa da. Benim toplumsal ekolojiyi geliştirmemde asli olan şey bizzat sosyalist kuramın kendisinde gelişen krizdir (katı sıradan Marksist veya anarşist çerçevede –veya en kapsayıcı deyişi kullanırsak: proletarya sosyalizmi– çözülemez olduğuna inandığım bir kriz ).
Bu benim açımdan başa çıkmamın acılı olduğu bir sorundu, çünkü ben proletarya sosyalizmine çay fincanı içerisinde kopan akademik bir fırtınanın sonucunda inanmamıştım. Özellikle de 1930’larda Komünist gençlik hareketinin bir üyesi olarak, Marksizm ve Bolşevizm’i öğrenmemin sonucunda, devrimci emek hareketi olduğunu düşündüğüm hareketin fazlasıyla tutkulu bir taraftarıydım. 1933 gibi erken bir tarihte Genç Komünistler Birliği saflarının [rank-and-file] lideri olmuştum ve onun aşırı-sol programına (1928’de Komünist Enternasyonal tarafından ilan edilen –veya “Üçüncü Dönem” çizgisi olarak bilinen– gözü kara isyancılığa) militanca bağlıydım. Stalin, otuzların sonunda elde edeceği başlıca şahsiyet olma şanına henüz sahip olmamıştı; bu yüzden, ben ve o dönemki yoldaşlarım kendimizi asla “Stalinist” olarak değil, basitçe Lenin’in devrimci görüşlerine sıkı sıkıya bağlanan inançlı Komünistler veya Marksistler olarak görüyorduk.
Sonuçta, esaslı ve hatta yoğun bir şekilde klasik Marksizm eğitimi aldım. Bu arkaplan bana –günümüzde genç radikallerce unutulmuş olssa da– onların tüm toplumsal projelerini zorlayan sorunların iç yüzünü anlamam için eşsiz bir anlayış fırsatı sağladı. Rus Devrimi’nin hala yeni bir olay olduğu, Makhno’nun Ukrayna’da hala gerilla savaşı sürdürdüğü, Lenin, Troçki ve yüzyılın ilk otuz yılının belli başlı kuramcı ve aktivistlerinin hala genç insanlar olduğu bir zamanda doğan ben, Marksizmin sunduğu tüm asli meseleleri özümsemek ve çağın en büyük sivil çatışmalarını –hala canlı olan Rus Devrimi’nin kötü sonuçlarından tutun da 1937-1939 İspanyol Devrimi ve İç Savaşının trajik sonucuna kadar– canlı yaşamak gibi nadir bir şansa sahip oldum. İkinci Dünya Savaşı patladığında, savaşın yüzyılın başlarında benim kuşağım için ortaya attığı meseleler hakkında oldukça bilgiliydim.
Yine, bugün genç insanlara, proletarya sosyalizminin en önemli krizini yaşadığını düşündüğüm 1950 yılı öncesinde, bağlı oldukları proletar sosyalist düşünce ve idaellerin günümüzden ne kadar farklı olduğunu aktarmak zordur. Çok güçlüce vurgulanamayacak bir şey, savaşın ortaya çıkardığı ideolojik çöküntüyü yaşayan bizlerin beş yıl önce savunduğumuz tüm teşhislerin tamamen başarısız olmasıyla uğraşmamız gerektiğiydi. Neredeyse savaş arası dönemde (1917-1940) seçip ele alacağınız herhangi birisi, bu ister Lenin, ister (tüm samimiyetimle, dönemin en iyimser ve en yetkin kuramcısı olan) Troçki olsun, ve hatta Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve benzerlerinin dönemlerine kadar geri gidilse bile, bunların hepsi de kapitalizmin “ölüm çarpıntısı”na [death throe] kapıldığına tamamiyle inanmıştı. Bu fırtınalı dönemde en yaygın olarak kullanılan formülasyon –altmışların sıklıkla sözde-devrimciliğinden çok daha isyankar olan– kapitalizmin (benim zaten gözlemlemiş olduğum üzere) “can çekişmekte” olduğu, veya yakın bir “çöküş”le karşı karşıya olduğu ifadeleriydi. O zaman hiçbir şey, faşizmin Avrupa genelinde tırmanmakta olduğu, proletar sosyalist ideolojinin zayıfladığı ve bir bozgunla karşı karşıya olduğu olgularına bakmaksızın, burjuva toplumunun “son günleri”ne tanıklık ettiğimiz vahiysel inancından daha açık gözükmüyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi, çatışmanın sosyalist devrimlerle biteceği konusunda zihinlerimizde hiçbir şüpheye yer bırakmamıştı –aksi takdirde barbarlıkla karşı karşıya kalınacaktı. Ve barbarlıktan Nazizmin –(Amerika ve Asya’da olmasa bile Avrupa’da) kitlesel açlığın, etnik imhanın, toplama kamplarının, müthiş totaliter bir devletin ve kitlesel mezarlıkların– yayılmasını anlıyorduk. Eğer sosyalizm, savaşı yeni bir toplum yaratarak sonlandırmazsa, barbarlık tarihsel bir kaçınılmazlık idi. Bize göre, sosyalizmin zaferi kesindi, çünkü başarılı proletarya devrimleri üretmeksizin özellikle Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı’na damgasını vuran kitlesel bir boğazlanmadan geçeceği anlaşılamaz bir şeydi. İşçi sınıfının başarısız olmasının tek alternatifi barbarlıktı. Dünya çatışmasının patlak vermesini takip eden yıllarda Stalin’in öldürdüğü Troçki gibi bir adama göre, eğer dünyada barbarlık kurulursa, bizlerin Marksizmin sunduğu tüm beklentileri gözden geçirmemiz ve tarihsel olarak yeni bir ideolojik perspektif kabul etmemiz gerekecekti.
Yarım yüzyıldan daha fazla bir süre geçtikten sonra bugün bildiğimiz üzere, hatalıydık, aslında feci şekilde. Savaştan ne sosyalizm ne de faşizm ortaya çıktı, bizi hayrete düşürerek –Batı Avrupa’nın çoğunda ve Birleşik Devletler’deki refah devleti ve “burjuva demokrasisi” uzantısıyla birlikte– liberal kapitalizm ortaya çıktı. Aslında, “soğuk savaş”ın toplumsal sorunların düşünülmesi için bir çerçeve sağlaması –kitlelerin elli yıl boyunca sıkı sıkıya tutunduğu bir çerçeve– tarihsel anlamında, kapitalizm kendisini istikrara kavuşturdu. Kapitalizm, kısacası, bırakın herhangi bir toplumsal krizi bir yana, herhangi büyük bir ekonomik krizden kaçınacak ölçüde kendisini istikrarlaştırmayı başardı. Yeni Sol, Eski Sol’un birçok özelliğini içinde barındırırken, devrimci bir krizin ikamesi olarak kültürel bir “kriz” yaratmayı denedi (ve başarısız oldu) –ki bu, bildiğimiz gibi kendi başına yeni bir sanayi ve ticari başarı haline geldi.
Üstelik, kapitalizm, toplum üzerindeki hakimiyetini, tarihi boyunca asla görülmemiş bir ölçekte ve boyutta derinleştirmeye devam etti. Monarşik, yarı-feodal, tarımsal ve zanaatkar tabakasıyla, Almanya’da, Fransa’da hala hakim olan ve 1914’de İngiltere’de hala en azından yaygın olan pre-kapitalist toplumun tüm artakalan özellikleri yenilerek, –hiç şüphesiz ki eşitsiz bir şekilde– endüstriyel korporasyonlara, seri üretime [toplu üretim], ekonominin tüm yönlerinin mekanizasyonuna, bizzat ekonomik yaşamın temelinde yaygın bir metalaşmaya ve zirvesinde de tekelleşme ile küresel birikime –yani kapitalizmin toplumsal yaşamın tüm hücrelerine [niche, niş] yayılmasına– yol verdi. “Fordizm” kavramı, Yeni Sol akademi tarafından “seri üretim” ve “metalaşma” gibi eski isimlerle benimsenmesinin çok daha önce Eski Sol tarafından bilinen bir kavramdı.
Son olarak, proletarya, yalnızca sayısal olarak değil, aynı zamanda bilinç olarak da önemini büyük ölçüde kaybetti (Marks’ın tüm beklentilerinin aksine). İşçiler sınıf kimliği anlayışını kaybetmeye, hatta kendilerini mülk sahibi olarak görmeye başladılar, ve [bu] onların toplumsal beklentilerini önemli ölçüde değiştirdi. Ev sahipliği, arazi, araba satın almak ve en önemlisi de hisse senedi sahibi olmak artık olağan hale gelmişti. İşçi çocuklarının kolejlere ve üniversitelere gitmesi, veya en azından [diploma gerektiren] mesleklere girmesi veyahut da kendi işletmelerini kurması bekleniyordu. Sınıf dayanışması o kadar zayıflamıştı ki, bir zamanların azimli proletaryası muhafazakar partilere oy vermeye başlamış, çevresel koruma, toplumsal cinsiyet eşitliği, yoksullaştırılmış ülkelerden dış göç, etik eşitlik, ve benzeri konulara karşı çıkmakta gericilerle işbirliği yapıyordu. Oylarını, Rus Devrimi’nin Batı Avrupa’daki somut ifadesi olarak görülen Fransız Komünistlerine veren Paris’in ünlü savaş öncesi 1940’ının “kızıl kuşağı”, kendisini çoğunlukla çoşkuyla Fransız gericiliğinin neo-faşizmi olan Jean-Marie Le Pen için oy verirken bulacaktı.
Marksistlerin ve hatta anarşistlerin savaş arası dönemde ileri sürdükleri “çöküş” kuramları kalabalığa karşın, kapitalizm son elli yıl içerisinde tüm tarihi boyunca olduğundan çok daha kuvvetli ve sağlam olduğunu ispatlamıştır. (En çarpıcı özelliği olan) metalaşma yalnızca tüm dünyaya yayılmakla kalmamış, aynı zamanda dünyaya piyasa ekonomisinin doğası itibariyle istikrarsız olduğunu hatırlatan, adı çıkmış “periyodik krizler”inin ve “iş çevrimleri”nin yeniden ortaya çıkmasını da engellemiştir. Aslında, Marks’ın toplumsal yaşam-döngüsü kuramlarından kaynaklanan tüm beklentilerin aksine, kapitalizmin teknolojinin gelişimi önünde bir engel haline geleceği varsayımının –Marks’ın “can çekişen” toplumunun bir başka göze çarpan özelliği– saçma olduğu ispatlanmıştır. Kapitalizm, endüstri ve teknolojideki karmaşık [gelişmişliğin] ilerletici kuvveti olarak, inanılmaz bir canlılık sergilemektedir –Marks’ın kısa zamanda teknik icat ve değişimi yapamaz hale geleceği tahminine rağmen. Aslında, “can çekişen” bir ekonomiye işaret eden tüm özellikler şimdi başaşağı gözükmektedir: sonu gelmeyen teknolojik ilerlemeler, kapitalist gelişmenin klasik alanlarında (İngiltere, Fransa, genel olarak Batı Avrupa, ve Birleşik Devletler) işçi sınıfının ilan edilmiş olan “sefalete düşmesi”nin [pauperization] yokluğu, kronik ekonomik krizlerin ortadan kaybolması, ve sınıf bilincinin zayıflaması.
1950’lere gelindiğinde, Marksist (ve anarşist) “çöküş” senaryolarının tam bir saçmalık olduğu kendiliğinden açık bir hale gelmişti. Kapitalizmin kendi kendini tahrip etmesinin en temel açıklaması olan “kâr hadlerindeki azalma” (Kapital’in III. Cildinin kuramsal yapısı) gibi “ekonomik zorunluluklar”a bağlı olarak kapitalizmin ölümü nosyonu tamamen savunulamaz bir hale gelmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi ne sosyalizme ne de barbarlığa yol açmıştı; aksine bir ideolojik “vakum”a, tabiri caizse Marks’ın bütün kuramsal külliyatının doğruluğunu ortadan kaldırma tehdidinde bulunan büyük bir kara deliğe yol açmıştı. Kapitalizm, tekrar etmek istiyorum ki, belirttiğim üzere savaştan benzeri görülmemiş bir esneklikle güç kazanarak çıkmış ve toplum üzerindeki denetimini benzeri görülmemiş bir şekilde sıkılaştırmıştı. Ellilerin ortasına yaklaşırken, tüm monarşiler, onların siyasi ve bürokratik saç ayakları; sadece bir kuşak önce, Batı Avrupa ekonomisini feodal geçmişine bağlayan yaygın zanaatkar, uzman ve tarımsal tabaka, fiilen bunların hepsi bir kuşak önce zevkini çıkardıkları otoriteden mahrum bırakılmış veya tecrit edilmişti. Birinci Dünya Savaşını atlatan Prusya Junkerleri, orta ve güney Avrupa’nın üst sınıflarını oluşturan çarlar, dükler ve baronlar, otuzlara kadar akademilerde hakim olan statü grupları ve benzerleri artık ortadan silinmişti. Alman Kaiser’inin ve sonra da Hitler’in, 1914 ve 1940’da, korkunç silahlar ve milyonlarca cesetle başarmaya çalıştıkları şeyi, Almanya Bundesrepublik’i deste deste Alman Markı ile, ve daha yenilerde ise pasifizm küfüyle [patina, zamanla ve yıpranma yüzünden görünüşü güzelleşen yüzey, nesne] başarmıştı!!
Kapitalist toplumun arzulanılırlığına meydan okuma zorunluluğunun, ve daha az önemli olmamak üzere kapitalizmin öngürülebilir bir gelecekteki ölümünün “kaçınılmaz “olduğunu ortaya koyma ihtiyacının yokluğunda, burjuva toplumunun ortadan kaldırılmasının hiçbir nesnel mantığının olmayacağı çok güçlü bir şekilde vurgulanamaz. Marks, en azından bu ihtiyacı ekonomik zorunluluk, yani (kapsamı ve tarihsel bilgisiyle emsalsiz olan) devasa bir kuram gövdesiyle sağlamıştı. Belirttiğim gibi, bu kuram, kâr haddinin düşme eğiliminin ve (endüstriyelleşmiş ülkelerin proletar çoğunluğunu kaçınılmaz bir şekilde azalan sayıdaki kapitalistin karşısında konumlandıran) yapısal olarak sofistike sınıf analizinin ürettiği kronik bir kriz gibi hükümlere dayanıyordu. Ancak, 1950’lere gelindiğinde, savaş sonrası dünyanın gerçeklikleriyle karşılaştırıldığında Marksizmin geleneksel zorunluluğunun tamamen çürük olduğu, ve keza [Marksizmin] ekonomik zorunluluğunun yirminci yüzyılın ikinci yarısının meydan okumalarını karşılayacak şekilde yenilenemeyeceği, görmek isteyenler için gayet barizdi.
Toplumsal ekoloji, Marks’ın ekonomik zorunluluğunun başarısızlığından doğdu –yalnızca kirlenmenin, kentsel bozulmanın, gıdalardaki zehirli katkı maddelerinin ve benzeri şeylerin etkileri yüzünden değildi. 1950’de, neredeyse kitap uzunluğundaki “Gıdalarda Kullanılan Kimyasallar Sorunu” başlıklı makalemi Contemporary Issues’in 10. sayısında yazdığımda, gıdaların, böcek ilacı artıkları, koruyucular, renklendirme maddeleri ve benzerleriyle kimyasallaşmasının kamu sağlığı açısından arz ettiği tehlikeler hala görece önemsiz bir meseleydi. Nükleer serpinti sorunu, milyonlarca insanın sağlığını tehdit edecek çok sayıdaki ve büyük miktardaki kirletici maddeler, ve daha sonraları 1964’de karbon diyoksitin dünya iklimine verdiği zarar, acil veya öngürülebilir meseleler değillerdi. 1950 makalesinin vahisel mizacı, beni eleştirenlerce mevcut topluma karşı “çılgın ve pervasız” saldırılar olarak değerlendirilerek, dikkate dahi alınmadı. Aslında, Marks’ın göçüp gitmiş ekonomik zorunluluğunun yerine geçerli bir ikame, yani ekolojik bir zorunluluk sunmaya çalışıyordum –düşünülürse (benim Özgürlüğün Ekolojisi’nde yapmaya çalıştığım gibi) kapitalizmin doğal dünyayla uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olduğunu gösterecek [bir ekolojik zorunluluk]. Neredeyse makale ve kitaplarımın tümü –Sentetik Çevremiz (1962), iki yıl sonra yaygın bir şekilde okunan “Ekoloji ve Devrimci Düşünce” makalem, ve onu bütünleyen “Özgürleştirici Bir Teknolojiye Doğru” makalesi gibi– esasen bu projenin yolunu izlemiştir.
“Toplumsal ekoloji” kelimelerini ilk defa “Ekoloji ve Devrimci Düşünce”de kullandığımı, ve en sonunda yirmi yıl sonra Özgürlüğün Ekolojisi’nde detaylandırılmış hale gelecek kompleks düşünceler bütününü taslak halinde sunmaya [yine aynı makalede] başladığımı belirtmem gerekiyor. Şunu açık sözlülükle söyleyeyim: beni toplumsal ekolojiyi formüle etmeye ve geliştirmeye sevk eden şey vahşi yaşama, vahşiliğe, organik gıdalara, ilkelciliğe, zanaat tipi üretim yöntemlerine, (şehirlerin karşısında) köylere, “yerelliğe”, “küçük güzeldir” inancına yönelik aşırı bir tutku değildi –Asya mistisizmi, spiritüalizm, doğacılık, ve benzerlerinden hiç bahsetmiyorum. Kapitalizmin kendi kendisini ortadan kaldırmaya mahkum edecek geçerli bir zorunluluk formüle etme gereğiyle uğraşma –aslında [böylece ona] meydan okuma– amacındaydım. Otuzlu yıllar ile savaşın gösterdiği gibi, kapitalizmi istikrarsızlaşmaya ve bir devrim üretmeye mahkum eden şey, proletarya ile kapitalist sınıf arasındaki –neredeyse tamamiyle ekonomik kuvvetlerce yönlendirilen ve sermayenin yoğunlaşmasından kaynaklanan– sınıf savaşımı değildi basitçe. Daha temelde, kapitalizmin “büyü veya öl” zorunluluğu tarafından üretilen krizin toplumu doğal dünyayla yıkıcı bir karşıtlığa itmesi beklenebilirdi. Sonuçta, kapital, karmalışıklık evrimin [complexity evolution] dayandığı tüm ekosistemleri basitleştirmeye mecbur kalacaktı. Rekabetçi ilişkileri ve rekabetleriyle hareket eden kapitalizm, toprağı kuma, atmosferi ve gezegenin su yollarını lağıma çevirmeye, ve dünyanın bütün iklimsel bütünlüğü sera etkisi nedeniyle radikal bir şekilde değiştirecek ölçüde gezegeni ısıtmaya mecburdu.
Kısacası, kapitalizmin, tanımsal olarak rekabetçi ve meta-temelli bir ekonomi olması nedeniyle, karmaşık olanı basite indirgemeye ve gelişmiş yaşam biçimleriyle çevresel açıdan uyumsuz bir gezegene sebep olmaya mecburdu. Öyleyse kapitalizmin büyümesi, biyotik karmaşıklığın –ve hiç şüphesizki insan yaşamının gelişimi ve insan toplumunun evrimiyle– uyumlu değildi.
Burada önemli olan şey, toplumsal ekolojinin, bu nedenle, doğal dünya ile kapitalizm arasındaki –her halükarda azalan kâr hadleri ve onun iddia edilen sonuçlarına atfedilen krizden daha esaslı olan bir– krizi ortaya açığa çıkarmasıdır. Dahası, toplumsal ekoloji, kapitalist ekonominin yıkılmasının ardından gelecek toplumun türü gerçek sorusunu ortaya getirdi. Kendinden tahvilli Marksistler (kabul edilmelidr ki, Marks ve Engels’den farklı), neredeyse Corbusier’in şehir manzaralarının [cityscape] bir parodisi olan kentsel ve mekanistik kültüre dayanan, merkezileşmiş, bürokratik planlanmış, ve oldukça teknokratik bir ilerleme idealinden kendilerince faydalandılar.
Toplumsal ekoloji, makinaları, seri üretimi veya endüstriyel tarımı suçlu çıkarmaksızın, endüstriyel ve tarımsal dünyalar arasındaki uçurumu doldurmaya çalıştı. “Özgürleştirici Bir Teknolojiye Doğru” [makalem] anarşistler ve Marksistler tarafından aynı şekilde küçümsendi: çok yorucu bir çalışmanın yerini yeni bahçecilik makinelerinin almasını övmesi nedeniyle birinciler tarafından; onların büyük amaçlarına göre “fazlasıyla ütopyacı” olduğu için de ikinciler tarafından. Samimiyetle, benim sözde “başarısızlıklarım”ın her ikisini de gerçek faziletler olarak görüyordum; ekonomik yaşamın tüm alanlarındaki kaliteli üretim, insanlığı zahmetli çalışmanın boyunduruğundan ve teknokratik dünyadan özgürleştiriyordu. Dahası, verili modern teknikler ve iletişim araçlarıyla gerekli şeyler haline gelmiş olan –çünkü bunlar çalışmayı kolaylaştırabilir ve üretkenliği epeyce arttırabilirlerdi– geçmişin çeşitli yönleri bulunmaktaydı; bunlar olmaksızın insanlık maddi kıtlık korkusunun sıkıntısını çekecekti. Böylesi teknolojik ilerlemeler aynı zamanda kamusal işlere aktif katılım için yeterince boş zaman sağlanması açısından da gerekliydi. Beni eleştirenlerin –ki birçoğu benim sözde “başarısızlıklarım”ı daha sonra çalmıştır– “olabilir”i “olacaktır” diye okuduğunu, ve eğer “kıtlık-ötesi” basitçe bizim halihazırda sahip olduğumuz muazzam teknolojik ilerlemeler anlamına geliyorsa, neden bizim hala yoksulluk ve tüketen bir zahmetli çalışmadan yakamızı kurtaramadığımızı büyük bir cakayla ifade ettiklerini eklememe izin verin. Sanki, kapitalizm –bir otomat gibi, sahip olduğu teknolojinin üretebileceği güzel şeylerin daima en optimalini sunaca”kmış”. Onlar, tipik olarak, rekabet, rakiplik patalojileri, ve oldukça bariz şekildeki saf ve basit açgözlülükle lekelenmemiş bir piyasa ekonomisi bağlamı dahilinde, neredeyse hiçbir şeyin ortaya çıkmayacağı konusunda okurlarımı tekrar tekrar uyarmış olduğumu göremediler!
Aksine, toplumsal ekolojinin ekolojik zorunluluğu –rekabetçi bir toplum ile doğal dünya arasındaki karşıtlık– basitçe kuramsal değildir. Seksenlere gelindiğinde, bu toplumsal olduğu kadar doğal dünyada da gerçekleşen muazzam bozulmayla sınanmıştır. Kendi adıma konuşursam, 1964’de, “Ekoloji ve Devrimci Düşünce”de, açığa çıkması iki veya daha fazla yüzyılı bulacak bir olasılık olarak öngördüğüm sera etkisinin hızlı saldırısı karşısında hayretler içindeyim. Yine de, seksenler ve doksanlar gibi erken bir tarihte, kapitalizm ile doğal dünya arasındaki karşıtlık gözle görünür bir gerçeklik haline geliyordu. Ondan sonra, sera etkisi ve diğer tahripkar dengesizlikler, toprak erozyonu ve atık boşaltımı gibi daha “sıradan” sorunlara ağır basacak boyutlar kazandılar.
Bu felsefe, fazlasıyla uzun diyalektik bir tarihi ve –doğal evrimden çıkarak toplumsal evrime doğru yönelen– insan gelişiminin aşamalarının sergilenmesini doğuran, eğitici bir bakışın temelini oluşturmaktadır. Toplumsal ekoloji felsefesi, “tahakküm mirası”yla iç içe geçmekle kalmayan aynı zamanda onunla karşılıklı etkileşim içinde olan bir “özgürlük mirası”nın diyalektik açılımı [serim] etrafına odaklanır; adalet kavramının durmaksızın genişleyen bir özgürlük kavramına, kıtlığın kıtlık-ötesine, halklığın [folkdom] yurttaşlığa, hiyerarşinin sınıfa evrimini, ve umuyorum ki liberter belediyeler ve kurumlar doğuracak özgürlüğün büyüyen ufkunu (ki bunun sona ermesini –öyle bir şey varsa– henüz öngörecek donanıma sahip değiliz) içerir. Bir bütün olarak ele alındığında, bu eğitici görüş açısı, pratiğe yönelik siyaset kuramının temelini teşkil eder.
Bizler bugün yalnızca Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün [Institute of Social Ecology, ISE] kurulduğu yüzyıldan farklı bir yüzyılda yaşamıyoruz –ISE’nin yaklaşık otuz yıl önce 1974’te kurulduğunu size hatırlatmak isterim. Bugünün gençlerine, bugün varolan dünyadan çok farklı bir yerden, uzaydan bir yerden sesleniyormuş gibi geleceğim. Benim tanıdığım dünyada, ABD ve Avrupa’da hala işçi hareketleri vardı, ve onun karşılaştığı meseleler son yirmi yıl içerisinde ortaya çıkanlardan niteliksel olarak farklıydı.
Yine de sosyalizmin rasyonel bir toplum anlamına geldiğini, Stalinizm veya totaliterliğin bir kopyası olmadığını unutmak affedilemez. Ne de bu kitleyi, bu uyuşuk toplumu rasyonel çizgilerde hareket ettirmenin derin bir toplumsal zorunluluk –benim görüşüme göre ekolojik bir zorunluluk– gerektireceğinin unutulmasına izin verilebilir. Bizler, sosyalizmin mantıksal bir gereklilik sonucu, toplumsal değişime yönelik –basitçe hoş “titreşimler”in [vibe, önseziler] değil– köklü ve kendisini dayatan kuvvetlerin bir ürünü olarak ortaya çıkacağını daima hatırlamalıyız. Bu ana kurallara canlı bir anlam kazandırmak için, en azından günümüzün korkunç patolojilerini kontrol altında tutacak, en fazlasından ise onları ortadan kaldıracak bir eğitici öncü yaratmak zorundayız.
Eğitici faaliyetlerimiz, bizim enerjimizi ve zekamızı talep ettiği için, basitçe faaliyet ve çatışmanın gerçek merkezlerinden uzakta içine kapanmış bir topluluk içerisinde “özgürlüğü”nü kutlayan bir yaşam tarzına değil, bir harekete neden olmalıdır. Eğitimimizin –gerek ISE’deki gerekse “ilgi grupları” arrasındaki–, eğer zihinlerimizle sınırlı kalırsa, aktif yaşamdan tamamen dışlanırsa, kendi isteklerine düşkünlükten [self-indulgence, kendi zevkine ve rahatına düşkünlük] öteye geçemeyeceğini yeterince vurgulayamam.
Eylemin ancak ortada gerçek, muhalif bir kamusal yaşam varsa mümkün olacağını ilk kabul edecek kişi ben olurum. Şu an için, yeni yüzyılın eşiğindeyken, yeni bir politika olasılığı olarak uykuda olan liberter belediyecilik hareketine gerçeklik kazandıracak yaygın bir yönelim görmüyorum. Marks bir keresinde, keskin bir anlayışla, yalnızca İdea’nın gerçekliği değil, aynı zamanda gerçekliğin de İdea’yı takip etmesi gerektiğini belirtmişti. Bu vecize pekala Hegelci özgürlük nosyonunun kabulü olarak görülebilir –[özgürlük], toplumsal değişime yönelik enn etkin şartları üretecek yeterince önkoşula ihtiyacımız olduğu anlamında, gerekliliğin kabul edilmesidir. Bu böyle olmadığında, en parlak fikirler neredeyse tam bir sessizlik içerisinde, toplumun kendilerini olgunlaştırması ve filizlendirmek üzere özgürlük mücadelesine izin vermesini bekleyecektir. O halde, kendi iyiliği için, aktivizme ilişkin tüm yanlış yönelimlere karşı koyacak eğitime öncelik verebiliriz.
Ancak bir şart dile getirilmelidir burada: fikirler ancak rasyonel olduklarında doğrudurlar. Rasyonellik ve tutarlılığın postmodernist şıklık adına değersizleştirildiği bugün, irrasyonalizme karşı mantığı canlı tutmayı (ki genellikle yalnızca eğitimle), ve ne zaman, nasıl hareket edeceğimizi bilmeyi denemek gibi iki kat ağır bir yükün altındayız. Böylesi bir durumda, eğitimin de bir aktivizm biçimi olduğunu ve bu nedenle daima beslenmesi gerektiğini belirtmeme izin veriniz.
NOT: Bu makale, yazarın Michael Caplan’a yazdığı daha uzun bir mektubun kısaltılmış halidir.
Çeviri: Anarşist Bakış
Kaynak: “Reflections: An Overview of the Roots of Social Ecology”, Harbinger (a journal of social ecology), Bahar 2003, Cilt 3, Sayı 1, s. 6-11.