2014 Greif Fabrikası Grevi, 2015 Metal Grevleri ve 2018 3. Havalimanı İnşaatı Grevleri’ni konu edinen, Cem Gök tarafından yazılan “Endüstrinin Yaban Kedileri Sendika Dışı Üç Grev” kitabı Sarmal Kitabevi’nden çıktı. Biz de Barikat Haber olarak, sınıf mücadelesine dair önemli noktalara değinen, yukarıda ismi sayılan grevlerde aktif şekilde yer almış işçilerin anlatımları üzerinden sendikal grevler ve sendika dışı grevler arasındaki ayrımın vurgulandığı bu kitap hakkında, yazarı Cem Gök’le bir röportaj gerçekleştirdik.
Merhaba. Öncelikle seni daha önce 10 Ekim Katliamı’nda yaşamını yitiren anarşist sendikacı Ali Kitapcı’nın hayatı ve mücadelesi hakkında yazdığın (Bizim Ali: Anarşist Bir Demiryolcunun Hikayesi) kitap üzerinden biliyoruz. Bu kitapla Ali Kitapcı’nın anısının ve (anarşizm ve sınıf) mücadelesinin yaşatılması oldukça değerliydi. Ayrıca bu ay çıkan “Endüstrinin Yaban Kedileri: Sendika Dışı Üç Grev” kitabın da işçi sınıfı mücadelesi, işyeri mücadeleleri adına önemli noktalara değiniyor. Buradan her ne kadar işçi sınıfı mücadelesine odaklanan biri olduğunu bilsek de temelde bu kitabı yazma motivasyonunun ne olduğunu, bu kitabı yazma ihtiyacını nasıl hissettiğini detaylı olarak duymak isteriz.
Merhaba. Sınıf mücadelesi birçok politik çevrenin sahiplendiği bir kavram olsa da bu kavram soyutlama düzeyinde veya bir kesimin eğilimini tanımlamak için ele alınıyor genelde. Oysa çoğu zaman grev gibi kolektif eylemler biçiminde olmasa da, sınıf mücadelesi somut bir durum ve her gün işyerlerinde farklı düzeylerde yaşanıyor. Normal koşullarda işyerlerinde patronların mutlak iktidarı, işçilerinse itaat etme zorunluluğu söz konusudur. Bu sömürü ilişkisinin koşulu ve işyerinde bu ilişkiden kaynaklanan her tür çatışma sınıf mücadelesi aslında. Örneğin bir patronun bir işçiden bir şey istemesi ama işçinin türlü bahaneler uydurarak bunu yapmamasını da, işçilerin bir arkadaşlarının kovulmaması için ona yardım etmesini de sınıfsal çatışmalar olarak okumak gerekiyor. Bu, günümüz toplumunun özgür bireylerin uzlaşmasıyla oluşmadığını, sınıflara bölünmüş olduğunu ve kapitalist sınıf ile işçi sınıfı arasında yaşamın her alanında uzlaşmaz bir çelişki olduğunu ortaya koyuyor. Bahsettiğim örnekteki gibi, işçilerin bir arkadaşlarının kovulmaması için ona yardım etmesi gibi, küçük pratikler dahi patronun işyerindeki iktidarını sarsıyor ve bunlar daha ciddi mücadeleler için gayriresmi işyeri örgütlenmelerinin nüvesi sayılabilir. Kapitalizmi yok edecek potansiyelin burada yattığını ve bu mücadelelerin genelleşmesi, radikal politik hedeflere sahip olması halinde bu yıkımın mümkün olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla sınıf mücadelesi işyeri mücadelesiyle sınırlı olmasa da, bu kapitalizme karşı mücadelede merkezi konumda bana göre. Ancak sol içinde sınıf mücadelesi deyince çoğu zaman işyerlerinin dışından bir müdahale anlaşılıyor. Yani çoğu grubun bu konuda pratiği çeşitli işçi eylemleriyle dayanışma ile sınırlı. Yaygın bir diğer pratik ise sendikaların kontrolünü ele geçirmek veya kendi kontrolünde sendikalar yaratmak. Ancak sendikaların da dışarıdan aygıtlar olduğunu görmek gerekiyor. Kitapta da bunu tartışmaya çalıştım, sendikacılar işçi değiller ve işyerlerindeki sorunların doğrudan muhatabı da değiller. Sol örgütlerin üyeleri, militanları veya sempatizanlarının birçoğu da sanayide veya hizmet sektöründe fark etmez, işçi. Ama bu insanlar çoğunlukla kendi işyerlerinde örgütlenmek yerine başka bir yerdeki işçiyle dayanışmayı veya ona akıl vermeyi tercih ediyor. Bir işyerinde bir sorun olduğunda ya da örgütlenmek düşüncesi ortaya çıktığında bile çoğu zaman akla gelen işçileri sendikaya götürüp üye yapmak oluyor. Sorunların işyerinde özneleri tarafından çözülmesini değil, bunu bir bilene, bir avukata, bir sendikacıya havale etmeyi yani dışarıda çözmeyi sınıf mücadelesi olarak gören bir anlayış hâkim.
Bu konuyu biraz uzattım ama anlatmaya çalıştığım kitapta ele aldığım grevlerin Türkiye’deki işçi sınıfı mücadelesi olarak gördüğümüz pratiklerden niteliksel olarak ayrıldığı. Bunlar gerçekleştikleri dönemde de sembolik ve kontrollü sendikal eylemlerden ayrışıyordu, radikallikleri ile beni çok heyecanlandıran ve takip etmeye çalıştığım deneyimlerdi aslında. Bu deneyimler doğrudan işyerlerindeki sorunların muhataplarının öznesi ve karar alıcısı olduğu deneyimler, bununla bağlantılı olarak da yasalarla sınırlanmış sendika süreçleri ve sembolik eylemleri aşan doğrudan eylem biçimleri olarak bu grevler tarihsel öneme sahip. Ali Kitapcı’nın yaşamını da, katledilmesinin bizleri derinden sarsmasının ötesinde yine bu nedenle önemli görüyorum ve Bizim Ali’yi bu yönüyle de ele almaya çalışmıştım. Ali’nin sadece teorik düzeyde sınıf mücadelesi eksenine sahip olmanın ötesinde bir anarşist olarak çalıştığı işyerinde mücadele etmesi, kamu sendikalarının henüz kurumsallaşmadığı ve eylemlerini yasalarla sınırlandırmadığı 90’lı yıllarda Ali’nin üyesi olduğu BTS’nin (Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası) eylemlerinin de sınıf mücadelesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bana göre Ali’nin yaşamı da bu deneyimler de kapitalizme karşı mücadele iddiasına sahip olanlara ve tabii ki anarşistlere kapitalizmin kalbi olan işyerlerini işaret ediyor.
İşçi sınıfı mücadelesini var eden ama isimleri sıkça anılmayan (senin de tanımınla) “mücadele öznelerinin” anlatılarına doğrudan kulak veren bu kitapta herhangi bir sendikal ya da resmi politik örgütlenme tarafından yönlendirilmeyen grevleri okuyoruz. Senin tabirinle işyerlerindeki “görünmez” ve “tanımsız” örgütlenmelerin etkisi ile gerçekleşen grevlerin “kendiliğinden” rolünü nasıl tanımlamak gerekiyor? Sence “kendiliğindenlik” ne anlama geliyor? Bu grevlerin sendika dışı olarak tanımlanmasını sağlayan somut pratikler nelerdir?
Aslında benim bu deneyimlerden çıkardığım sonuç işyerlerindeki mücadelelerin çok farklı dinamiklerle ortaya çıkabileceği. Bir grevin sendika dışı olması, kendiliğinden ortaya çıktığı anlamına gelmiyor. Örneğin kendiliğinden olarak gözüken bazı eylemler aslında gayriresmi bir örgütlenmenin etkisini taşıyabiliyor. Diğer yandan Greif örneği, politik ve örgütlü bir grup işçinin çabası sonucu ortaya çıkıyor ama birincisi bu sendikal bir örgütlenme değil. Gayriresmi işyeri örgütlenmesi oluşturuyorlar, sendikaya sonradan gidiyorlar ve sendikayla da çatışıyorlar. İkincisi bu örgütlenmenin 60 gün süren bir işgal ve grev deneyimine dönüşebilmesinde, o işyerindeki koşulların veya o dönemin atmosferinin buna uygun olması gibi birçok faktörün olduğunu görüyoruz. Tüm bunlarla birlikte işyeri mücadelelerinde kendiliğinden süreçlerin rolü de yadsınamaz. Örneğin 3. Havalimanı Grevi’nin tümüyle kendiliğinden bir patlama biçiminde olduğunu anlıyoruz. 2015 Metal sürecinde de birçok grev plansız, kendiliğinden biçimde başlıyor.
Özetle sendika dışı grevlerin ortak noktası sendikaların ve devletin kontrolü dışında gerçekleşiyor olması. Planlı bir gayriresmi işyeri örgütlenmesinin sonucu olarak da biriken bir öfkenin kendiliğinden açığa çıkması şeklinde de ortaya çıkabiliyorlar. Yasal grevler devlet tarafından yasaklanabiliyor ama sendika dışı grevler zaten fiili olarak gerçekleşiyor. İkincisi karar süreçleri bürokratik mekanizmalarla olmuyor, tanımlı organlar aracılığıyla olmasa da işçilerin ortak iradesiyle gerçekleşiyor. Üçüncüsü sendika dışı grevler yasal prosedürlerin sonucu olmadığı için patronlar buna hazırlıksız yakalanabiliyor, bu grevlerin koşullarını patronlar değil işçiler belirliyor. Örneğin işçiler o işyerinde ne zaman üretimin yoğun olduğunu, siparişlerin ne zamana yetişmesi gerektiğini biliyor ve doğru zamanda greve çıkabiliyorlar. Ancak sendikal grevler uzun bir sürecin sonucu ve o güne kadar patronlara hazırlanmak için bolca zaman kalıyor.
Kitapta Türkiye’deki işçi mücadelelerinin ortaya çıkışını ve DİSK’in tarihini anlattığın tarihsel arka plan bölümünde DİSK’e dair oldukça fazla eleştiri ve önemli aktarımlar var. DİSK’in sınıf mücadelesine zarar veren konumunun “ihanetçilik” ile açıklanmasını doğru bulmayarak, bu durumun DİSK’e özel bir durum değil sendikaların tarihsel pozisyonu ile ilgili olduğunu ifade etmişsin. Bu bölümde yaptığın kolektif işçi mücadeleleri tarihinde sendikaların olumsuz rollerinin olduğuna dair yorumlamanı biraz daha detaylandırabilir misin? Kolektif işçi mücadeleleri ve genel olarak sınıf mücadelesi içerisinde sendikaların rolü nedir, ne olmalıdır?
İhanetten söz edebilmek için işçi sınıfının çıkarları için mücadele eden ve güvenilir örgütlerin olduğunu kabul etmek ve bu güvenin ihlal edildiğini düşünmek gerekir. DİSK’e bağlı sendikaların günümüzde işçilerin mücadelelerindeki olumsuz tutumlarını ihanet olarak tanımlayanlar DİSK’in 80 öncesindeki pratiğini olumlu bir yere koyuyorlar ve buna sınıf sendikacılığı diyorlar. Oysa 80 öncesinde de DİSK’in pratikleri bugün olduğundan daha ileride değil. Elbette o dönemde toplumsal hareketler güçlü, ciddi işçi mücadeleleri gerçekleşiyor, DİSK’e bağlı sendikalar bugün olduğundan daha fazla grev yapıyor ve mücadele ediyor. Ama Türk-İş’e bağlı sendikalar da, bağımsız sendikalar da bugün olduğundan daha fazla mücadele ediyor. O dönemde Zonguldak Havzası madencilerinin grevi, 15-16 Haziran, TARİŞ gibi bilinen tarihsel mücadeleler sendikalara rağmen oluyor. Yani 80 öncesindeki işçi hareketleri DİSK’e mal edilemez. 1960-1980 yılları arasında 2000 civarında grev gerçekleşmişken, DİSK’i oluşturan sendikaların etkisiyle örgütlenen grevlerin sayısı 100 civarında. Tersine tüm sendikalar gibi DİSK de hâkim olduğu işyerlerinde ortaya çıkan eylemleri yasal sınırlara hapsetmeye çalışıyor. 15-16 Haziran işçi ayaklanması sol içindeki DİSK mitini ve DİSK’in aslında ne olduğunu anlamak için çok tipik bir örnektir. DİSK’in 15-16 Haziran’ı örgütlemek gibi bir planı yok. Örgütlemiyor da zaten, başlayınca sahip de çıkmıyor. 12 Mart muhtırasını destekleyen, Kıbrıs’ın işgalini onaylamakla kalmayıp işçileri birer brüt yevmiyeleri ile devletin savaş fonuna katılmaya çağıran, yine bütün çalışanları günde bir saat fazla çalışma ile bu fona katkıda bulunan, devam eden grevlerde arabuluculuk yapmak gibi öneriler yapan bir örgüt DİSK. Bunlara rağmen sosyalist sol DİSK’le ilgili bir mit yaratmış durumda. Bunları bilmediklerinden mi? Bir kısım için belki böyledir ama bunun temelinde sendikalara yaklaşımla ilgili ideolojik bir sorun var bence. Sınıf mücadelesine yaklaşım işçileri özneleştirecek değil, onları yönetecek mekanizmaları elde tutma anlayışına dayanıyor kabaca. Bu da sendikaları ele geçirmeyi ya da kendi kontrolünde sendikalar kurmayı gerektiriyor. Ama DİSK bir öğütme makinesi gibi. Kendilerince devrimci niyetlerle sendikaların yönetimini ele geçirenler genelde yozlaşmış bürokratlara dönüşüyorlar bir noktadan sonra. Yönetimi elde tutmak için en sağ eğilimlerle ittifaklar, pazarlıklar yaptıkları ve işçilerin mücadelesini baltaladıkları sayısız örnek var. Nihayetinde DİSK yöneticiliği CHP milletvekilliğine uzanan bir yoldan ibaret.
Ama dendiği gibi bu Türkiye’ye veya DİSK’e özel bir durum değil. Resmi sendikaların sınıf mücadelesinde herhangi bir olumlu işlevinin olduğunu düşünmüyorum. Nihayetinde sendikalar düzenin uzlaştırma aygıtlarıdır. Yani bu, aslında işçiler için patronlarla müzakere etmelerinden daha çok patronlar için işçilerle müzakere etmeleri anlamına gelir. Teorik olarak işlevlerini yerine getirdiklerini varsaysak bile bu işlev ekonomik taleplerle sınırlıdır. Ancak biraz önce söylediğim gibi gerçek anlamıyla sınıf mücadelesi, işçilerin özneleşmesine ve bunun için kapitalistlerin işyerlerinde görünür halde olan iktidarlarına saldırılmasına dönük politik bir mücadeledir.
Kitabın konusu olan grevlerin içeriğine dair sorulara kronolojik sıra izlemek adına önce 2014’teki Greif Direnişi ile başlayalım istiyoruz. Greif Direnişi’nin örgütlenmeye başladığı süreçte Gezi Direnişi patlak veriyor. DİSK dışı başka bir direniş olan Kazova Direnişi de bu dönemde açığa çıkıyor. Son olarak da Greif Grevi ile art arda gelen tüm bu mücadeleler düşünüldüğünde, Greif’in açığa çıkması “zamanın ruhu”na uygun mu gerçekleşti?
Kuşkusuz bu sayılan mücadelelerin hepsi birbiriyle ilişkili. Kazova Tekstil’de direniş atölyenin kapanması sonrasında işçilerin hakları ödenmeden işten çıkartılması nedeniyle Gezi Direnişi öncesinde ve (aslında) sembolik eylemlerle başladı. İşçilerin tek derdi ödenmemiş haklarını almaktı başta. Ancak bunun için sembolik eylemlerin sonuç alıcı olmadığı, hala atölyenin içinde olan makinelerin çıkışının engellenmesi ve bunlarla yeniden üretime geçilmesi yani doğrudan eylem fikri orada politik müdahale ile mümkün oldu. O sırada Gezi Direnişi başladı, özellikle bölgedeki forumların dahil olması ile küçücük bir yerde tarihi bir deneyim ortaya çıkmış oldu. Sonucu ne olursa olsun Kazova, fazla örneğini görmediğimiz bir işçi özyönetimi deneyimi olarak önemli bence. İşçi özyönetimlerini, biraz önce söz ettiğim gibi, işyerlerinde patronların iktidarının sarsılmasının ileri noktaları olarak görüyorum. Aynı dönemde Greif Grevi ortaya çıktı. Greif işçileri hesap sormak için DİSK Genel Merkezi’ne geldiğinde Gezi Direnişi’nin sonrasında kurulan forumlar da oradaydı, Kazova işçileri de. Yine karşılıklı ziyaretler yapılıyordu. Greif Grevi’nin ilk günü açılan “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” pankartının açılması gibi etkileşimi gösteren sembolik jestler de vardı. Ama bu doğrudan bağların ötesinde “zamanın ruhu” da buydu denilebilir. Yani insanların parti veya sendika gibi bürokratik aygıtlar aracılığıyla değil doğrudan demokrasiye ve katılıma dayalı mekanizmalarla yan yana gelmesi de işgal ve grev gibi doğrudan eylem taktiklerinin uygulanıyor olması da bütün saydığımız mücadelelerin ve işgal evleri gibi deneyimlerin ortak özellikleriydi. Oradaki insanların çoğu anarşist değildi belki ama bunlar anarşizmin savunduğu mücadele ve örgütlenme yöntemleri. Dolayısıyla dönemin ruhu biraz anarşizandı demek abartı olmaz.
Metal iş kolunda 12 Eylül 1980 öncesinde inşasına başlanan ve darbe sonrası inşa süreci tamamlanan “MESS düzeniyle” patronlar nezdinde makbul sendikacılık formatına da geçilmişti. 2015 Metal Fırtına direniş ve eylemleri patronların makbul sendikası Türk Metal’e büyük bir öfke olarak ortaya çıkmıştı. Peki Birleşik Metal-İş gibi “makbul olmayan sendikalar” bu direnişlerde nerede duruyor? Direnişte Türk Metal ile benzer bir rol oynadıklarını söyleyebilir miyiz?
Dünyanın her yerinde resmi sendikaların işlevi aynıdır; işçileri patronlarla uzlaştırmak ve onları kontrol altında tutmak. Ancak rolleri farklı olabiliyor. Metal iş kolunda Türk Metal ana gemi ve Renault, Ford, Tofaş gibi yalnızca metal iş kolunun değil Türkiye sanayisinin en büyükleri arasında olan fabrikalarda yetkili. Birleşik Metal-İş ise birçoğu bu büyük şirketlere parça üreten yan sanayi fabrikalarda yetkili. Ancak bunlar senin de MESS düzeni olarak ifade ettiğin sistem dışında hareket edemiyorlar. MESS yani Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası, metal patronlarının sendikası ve şirketler bu sendikadan istifa etmedikleri sürece MESS’in imzaladığı grup sözleşmesini kabul etmek zorunda. Grup sözleşmesi tek bir sözleşme. Türk Metal, Özçelik-İş ve Birleşik Metal-İş MESS’le aynı sözleşmeyi imzalıyor. Küçük fabrika MESS üyesi olmasa greve boyun eğmek zorunda kalır ama Birleşik Metal-İş’in yetkili olduğu fabrika örneğin Ford’un tedarikçisi olduğu için işçiler için daha iyi şartlarla bir sözleşme imzalaması doğrudan Ford’un maliyetlerinin yükselmesi anlamına geliyor. Dolayısıyla büyük şirketler MESS düzeniyle bir yandan aralarındaki rekabeti düzenlemiş oluyorlar, bir yandan da tedarikçilerini koruyarak kendi maliyetlerinin yükselmesini engelliyorlar. Bu düzenin parçası olarak Birleşik Metal’in hali hazırdaki rolü yetkili olduğu küçük fabrikalardaki, daha militan olan işçileri kontrol altında tutmak. Bunun için üst perdeden konuşuyor, kimi zaman TİS’e imza atmayarak grev ilan ediyorlar ama sendika tarafından uygulamaya konulmadan önce anlaşmaya varılıyor ya da grev yasaklanıyor. Dolayısıyla sonuç olarak Türk Metal ve Özçelik-İş’le aynı sözleşmeye imza atıyor Birleşik Metal. 2015 yılında metal iş kolunda gerçekleşen grev dalgasında, birkaç ay önce 2015 yılı Ocak ayında MESS’le olan toplu iş görüşmelerinin anlaşmazlıkla sonuçlanması üzerine Birleşik Metal greve başlıyor. Birinci günün sonunda bakanlar kurulu tarafından bu grev yasaklanıyor, birkaç fabrikada işçiler greve fiili olarak devam etmek istiyor ama sendika bunu “hazırlığımız yok” gibi gerekçelerle bir şekilde engelliyor.
Bu sene farklı bir durum oldu. Bekaert firmasının Kartepe ve İzmit fabrikalarında grevler yasaklanmasına rağmen fiili greve dönüştü. Yanılmıyorsam Kartepe’de Özçelik-İş, İzmit’te Birleşik Metal-İş yetkili. Kocaeli’deki Kartonsan ve Tuzla’daki Mata Otomotiv gibi fabrikalarda da sendikalar yasaklama kararlarına rağmen grevlere fiili olarak devam etmek zorunda kaldılar. Bana göre bunun en temel sebebi 2022 yılında gerçekleşen sendika dışı grev dalgası sonrasında işçilerin yasal sınırlara bağlı kalarak etkili grev yapmanın mümkün olmadığını, fiili grevin ise mümkün ve sonuç alıcı olduğunu görmeleriydi. Yani sendikalar fiili grev yapmayı kabullenmek zorunda kalıyorlar ama bunları da bir şekilde kontrol altında tutmaya çalışıyorlar.
Siyasi iktidarın en sembolik ve “anıtsal” icraatlarından biri olan 3. Havalimanı projesi, 2013’teki Gezi Parkı eylemlerinin de gündemlerinden biriydi. 2018’de, yapımı hızlandırılan projeyi iş cinayetleriyle hatırlıyoruz. Greif ve Metal Fırtına’ya göre daha yakın bir tarihte olmasına rağmen, daha az detayın bilindiği 3. Havalimanı Direnişi’nde önceki iki direnişe göre sendika dışı taban belirleyiciliği nasıl işliyor? İş kolunun, ana akım sendikaların bulunmadığı, örgütlülüğün az olduğu inşaat iş kolu olması bu noktada nasıl role sahip?
Aslında Türk-İş’e bağlı Yol-İş 3. Havalimanı inşaatını gerçekleştiren İGA’da yetkili sendika ama tabii işçilerin çoğunun bu sendikanın varlığından bile haberi yok. Tümüyle işverenin kontrolünde bir sendika. Ama bunun dışında İnşaat-İş, Dev Yapı, Dev Yapı-İş ya da İYİ-Sen’in 3. Havalimanı’nda üyeleri olduğu ifade edilse bile eylemlerin başlamasında bir etkileri yok. Eylemlerin başlamasından sonra, daha çok da pazarlık sürecinde dahil oluyorlar. Kendilerince iyi bir şey yapıyorlar belki ama sendikacılık böyle bir şey. Bu sendikalar yönünden biraz da sendika olmak ve olmamak arasında giden bir durum var. Yani zaten yetkili filan değiller, dolayısıyla kaybedecekleri bir şey yok. Politik bir grup ya da militan bir işçi gibi davranabiliyorlar ve özellikle İnşaat-İş’ten arkadaşların deneyimlerinin dağınıklığı engellemekte katkılar sağladığını da anlıyoruz. Ama pazarlık süreciyle birlikte bir şekilde hareketi kontrol etme işlevi de görüyorlar. İşçiler çok öfkeliyken bir şekilde onları sakinleştiriyorlar. O akşam geç saatlerde “Dağılalım, yarın sabah yine toplanırız” diye karar alınmasını sağlıyorlar ama tabii o geceden itibaren operasyonlar oluyor, işçiler ertesi gün resmen silah zoruyla tekrar işbaşı yaptırılıyor ve tekrar toplanma mümkün olmuyor. Bu “şöyle yapılsaydı daha iyi olurdu” tartışması da değil ama resmi sendika değilken bile sendika gibi davranmanın sorunlu yanlarını görmek gerekiyor. Mücadeleyi koordine etmek ile kontrol etmek arasında ince bir çizgi var.
Sorduğun sorunun diğer boyutuna gelirsek, biraz önce de sözünü ettiğim sınıf mücadelesinin yalnızca işyerleri ile sınırlı olmadığını ama işyerlerinin kapitalizme karşı mücadelede merkezi konumda olduğu ifadesinin burada karşılık bulduğunu tekrar vurgulamak gerekiyor. İşyeri mücadeleleri ekonomik mücadelelerle sınırlı değil, tersine en radikal biçimiyle politik gündemler işyerlerindeki mücadelelerin parçasıdır. Bu düzenin sonucu olan ağır sömürü koşulları, iş cinayetleri, ekolojik yıkım ve inşaat rantına dayalı sermaye politikaları birbirinden ayrı düşünülemez. Sermaye yönünden mesele böylesi bütünlüklüyken işçi sınıfı yönünden bütünlüklü bir mücadeleden söz etmek mümkün değil elbette. 3. Havalimanı’nda patlak veren tümüyle kendiliğinden bir işçi ayaklanması ve işçiler örgütlü değil ama birçok kolektif işçi eyleminden daha politik bence. Kendisi de inşaat işçisi olan ve yıllardır inşaat işçilerinin örgütlenme çalışmalarında yer alan Mustafa Adnan Akyol’un bir röportajda söylediği, aklımda kalan bir söz var: “İnşaat işçisi örgütlü değildir ama kavga etmeyi çok iyi bilir” diye. 2018’deki ayaklanma boyutunda olmasa da böylesi kendiliğinden çok sayıda eylemliliği var inşaat işçilerinin. Dolayısıyla boyutu ve militanlığı itibariyle 3. Havalimanı Ayaklanması sermayeyi korkutan bir eylemlilik oluyor. Sonucunda da işçilerin tutuklanması gibi eşine pek rastlamadığımız ağırlıkta bir saldırıyla karşı karşıya kalınıyor.
Yaşadığımız topraklardaki sendika dışı ya da tabandan grevler bu üçü ile mi sınırlı, varsa tarihsel geçmişine dair bilgi verebilir misin? Bu bilgiler ve kitapta derlediğin yakın tarihteki bu üç direniş deneyimi ışığında sendika dışı grevlerin, işçi mücadelesinin bu topraklardaki geleceğine dair öngörülerin nelerdir?
Elbette bu üç örnekle sınırlı değil. Aslında birçok etkili mücadele sendikal sınırların aşılmasıyla mümkün olabiliyor. Örneğin 1965’te Zonguldak Havzası’nda maden işçilerinin grevi Ereğli Kömür İşletmeleri ile Zonguldak Maden İşçileri Sendikası arasında imzalanan toplu iş sözleşmesine tepki sonucunda gerçekleşiyor. Sendika bu örnekte de doğrudan patronun tarafında yer alıyor ve farklı madenlerdeki işçiler kendi inisiyatifleriyle greve çıkıyorlar. Sendikacılar grevleri bitirmek için çabalıyor tüm süreçte. 1969 yılındaki Alpagut Linyit İşletmeleri özyönetimi deneyimi de böyle. İşçilerin üyesi olduğu Çorum ve Havalisi- Birleşik Maden İşçileri Sendikası işçilerin sorunlarıyla ilgilenmiyor ve işçilere destek vermeyi reddediyor. Sendikanın şube başkanı Mehmet Kocatüfek, aynı zamanda işletmenin bölge müdürü. İşçiler sendikadan bağımsız biçimde fabrikayı işgal edip işletmeye el koyuyorlar. Biraz önce de sözünü ettim, DİSK’in her sene andığı 15-16 Haziran da DİSK tarafından örgütlenen bir ayaklanma değil. 1986 yılındaki NETAŞ grevi de 12 Eylül’ün getirdiği yasaklara ve sendikaya rağmen gerçekleşiyor. Sendika genel merkezi grevi sahiplenmiyor, sendikacılar patronla gizli pazarlığa girişiyor, militan işçiler sendika ve patronun işbirliğiyle tasfiye ediliyor. 1990 yılında Zonguldak’ta başlayan Büyük Madenci Grevi, TEKEL direnişi vb. saymakla bitiremeyeceğimiz örnekte işçiler sendikaya üye olsalar da eylemler sendikaya rağmen mümkün olabiliyor.
Ancak son on yılda sendika dışı grevlerin giderek arttığını söyleyebiliriz. 2022 yılının başında gerçekleşen grev dalgası ise bir sıçrama niteliğinde. 2022 yılı Ocak ve Şubat aylarında en az 107 sendika dışı grev gerçekleşiyor. Bu topraklar açısından muazzam bir sayı. Kıyaslamak açısından şöyle söyleyeyim; Osmanlı dönemi dahil 1960’lı yıllara kadar yaklaşık yüz yıllık bir süreçte toplam 266 grev gerçekleşiyor ki bunun 111’i 1908 grevleri olarak adlandırılan bir başka tarihsel grev dalgasında oluyor. Yine işçi hareketinin en üst noktada olduğu 1960-1980 yılları arasında 2000 civarında grev gerçekleşiyor. Toplumsal hareketlerin dipte olduğu, örgütlü güçlerin etkisini yitirmiş olduğu bir dönemde 1980 öncesiyle kıyaslanabilecek sayıda işçi grevinin gerçekleşmiş olması oldukça önemli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Öte yandan kapitalizmin krizinin derinleşmesinin de etkisiyle birlikte özellikle ABD ve Avrupa’da grevlerin ve işçi eylemlerinin gözle görülür biçimde artmasının ve tüm dünyada toplumsal hareketlerin büyümesinin bu noktada etkili olacağını düşünüyorum. Tüm bunlar bana işyeri mücadelelerinin artma olasılığının olduğunu ve bunun da sendikalarla birlikte değil sendikalara rağmen olacağını düşündürüyor. Mesele bunlar olurken bizim ne yapacağımızla ilgili.
Bu topraklarda siyaset özellikle son 10 yıldır toplumu “iki sandık arasında” edilgenleştiren bir yönelime oturmuş görünüyor. Sendika dışı grev ve direnişler bu yönelimi kırabilecek bir anahtar olabilir mi?
Bence esas olarak kapitalizmi ortadan kaldırmaya dönük devrimci bir siyasal anlayışa ihtiyacımız var. Ekonomik krizler, iklim krizleri, salgınlar, 6 Şubat depremleri gibi yıkımlar, savaşlar, mülteci krizi, ırkçılık gibi sayısız sorun üreten ve insanlığı yok oluşa sürükleyen bir sistemin düzeltilmesi için uğraşan veya ulusal herhangi bir çözümü gerçekçilik diye sunan anlayışla hesaplaşmamız gerekiyor. Seçim siyaseti gidip oy verip vermeme sorunu değil, sorun umudun buraya bağlanması; sorun bu siyasetin, on binlerce insanın katledilmesine bile sessiz kalmamızı sağlayan kör edici bir gerçekçilik algısı yaratıyor olması. “Bu düzeni değiştiremeyiz, bari AKP gitsin” deniyor. Peki bu sorunları çözecek mi? Hayır.
Aslında dünyanın geri kalanına, İran’a, Fransa’ya, Yunanistan’a, İngiltere’ye bakarsak durum çok daha umutlu ama Türkiye solunun umudu ulusal sınırlara hapsolmuş durumda. Ancak işçi sınıfı için umut her zaman enternasyonal olmuştur. Türkiye’de seçim odaklı siyasetin bu kadar baskın olmasının en önemli nedeni Türkiye toplumsal muhalefetinin ana gövdesinin her zaman düzenle barışık olması sanırım. Bugünkü sosyalist örgütlere baktığımızda çoğunluğu Kemalist bir geleneğe dayanıyor ve jakoben bir anlayışla siyaset üretiyorlar. Yani bir dönem devrimcilerdi de şimdi düzenle barıştılar gibi bir durum yok. Sendikalara da, parlamentarizme de, mülteci sorununa da yaklaşımları bu ideolojik altyapı ile şekilleniyor. Bu anlayışı aşacak bir devrimci alternatife ve buna uygun yöntem ve araçlar geliştirmeye ihtiyacımız var. Dediğim gibi işyerlerinde gayriresmi örgütlenmeler oluşturmanın ve doğrudan eylemlerin kapitalizme karşı mücadelenin önemli mevzileri olduğunu düşünüyorum ancak bu mücadeleleri işyerleri ile sınırlı gördüğüm anlamına gelmiyor, her alanda bütünlüklü politik bir mücadeleye ve her şeyden önce kapitalizmi yıkmaya dönük bir perspektife ihtiyaç var. Ancak sonuç olarak sözünü ettiğimiz sendika dışı grevlere ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan mücadelelere yüzümüzü dönmenin sandıkta bir şeylerin çözülmesini beklemekten daha gerçekçi umutlar edinmemizi sağlayacağını düşünüyorum.
Endüstrinin Yaban Kedileri çalışman işçi mücadelelerinin yazınsal külliyatında önemli bir boşluğu dolduruyor. Bunun için teşekkür ediyor ve emeklerine sağlık diyoruz.
Ben de teşekkür ediyorum.