“Bu kadar geniş bir katılımın böyle bir program içinde mekânıyla, hizmetiyle örgütlenmesi ve tökezlemeden işlemesi takdir edilmelidir. Bunun yanında burayı festival havasına büründüren üretim ve paylaşımla, buraya tarihi karakterini kazandıran mücadele deneyimini birbiriyle bütünleştirecek bir sosyal etkileşimin eksik kaldığını düşünüyorum.”
Araştırmacı Yağız Alp Tangün’ün, Kara Enternasyonal’in 150. yıldönümünde St. Imier’deki buluşmanın detaylarını ve kişisel izlenimlerini gün gün aktardığı ve ilk olarak Punctum Dergi’de yayımlanan yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
150 yıl önce başlayan bir geleneğin devamı olarak İsviçre’nin St. Imier kasabasında düzenlenecek anti-otoriter buluşmanın çağrısını aylar önce duymuştum. 1872 Eylül ayında I. Enternasyonal’in Lahey Kongresi’nden Marx ve Engels tarafından kapı dışarı edilen Mikhail Bakunin ve James Guillaume, Enternasyonal’i anti-otoriter çizgilerle yeniden kurmak üzere St. Imier’e kadar gelmiş. İlk toplantının tarihi 15 Eylül 1872. 150. buluşma pandemiden dolayı bir yıl ertelendiği için geçtiğimiz sene değil, 2023’te organize edilmiş. 19-23 Temmuz arası düzenlenen bu toplantının takvimi yaklaştıkça AB’nin dışında olsa da Schengen’in içinde kaldığı için sürpriz Almanya programıma dahil edip İsviçre’ye de gitmeye karar verdim. İki haftadan az bir süre kala bol aktarmalı ikinci sınıf bir demiryolu rotası oluşturup, seyahat hazırlıklarını tamamladık.
18 Temmuz’un gece yarısına doğru Marburg’dan ilk adımımızı atıp Frankfurt’a varıyoruz. Sabaha karşı Zürih yönüne gidecek treni beklerken gecenin verdiği tedirginlikle tekinsiz bir his uyandıran garın banklarında zaman geçirirken olayları ve müptezelleriyle meşhur Kaisserstrase’den gara doğru akın eden sinyalcilerle göz göze gelmeme gayretindeyiz. Doğru trene binme endişesi ve huzursuzluk hali Basel’e de uğrayacak trenin kapılarını açmasıyla sona eriyor. Şimdi ilk durak Basel, oradan da Olten’a. Hava aydınlandıkça fark ediyorum ki raylar üzerinde Almanya’dan İsviçre’ye kaydıkça özgün mimari doku da değişmiş ama yeşil yine aynı yeşil! Basel’de inip koştur koştur yürüyen merdivenlerden atlaya zıplaya Olten treninin kalkacağı perona varıyoruz. İsviçre’nin kuzeyinden güneyine doğru yol almaya başlıyor tren, kanton değişiyor. Rotamızdaki Olten, Biel/Bienne ve son durak St. Imier kasabası Fransızca konuşan nüfusun yoğun olduğu Bern kantonu sınırları içerisinde. Aslında St. Imier İsviçre idari sisteminde komün olarak geçiyor. Öyle ki komünler, kanton ve devletin tarihinden daha eskiye uzanan bir geçmişe sahipmiş. İsviçre’nin özgün idari sisteminde doğrudan demokrasi ve katılımcı siyaset uygulamasına ayrıca bakmalı fakat komünler bu yönetim geleneği için önemli tarihi referanslar veriyor, St. Imier gibi.
1. GÜN
İstasyona iner inmez organizasyonla ilgili bilgi almak için bir “info point” gelenleri karşılıyor. Burada mekânsal olarak St. Imier’in önemli bir kısmına yayılmış organizasyonu gösteren haritadan ediniyoruz. St. Imier Belediyesi de destekliyor etkinliği, pek çok kamu binası katılımcıların hizmetinde. İki üç bin kişilik bir katılım olması beklendiğini duyuyorum ki zaten buranın nüfusu üç bin kadarmış. Yurt olarak kullanılan spor salonuna geliyoruz. Üst katta büyük bir salon karışık konaklama, diğer salon ise flinta/queer katılımcılar için ayrılmış. Keza duş ve tuvaletlerde de aynı hassasiyet gösterilmiş. Salonun önünde durayazan ayakkabı kolonisini geçip içeri giriyoruz. Tekerlekli sandalyesinden inip yatağına uzanan bir katılımcıyla selamlaşıyorum. 60’larında bir anarşist matını seriyor.
Karavanlar bahçeye kurulmuş, yerleşmiş. Binanın alt katı, ailece gelenlerin çocuklarıyla kalacağı bir alan olarak düzenlenmiş. Uyku tulumlarımıza salonda uygun bir yer bulup dışarı çıkıyoruz. Organizasyonun etkinlik mekânlarından biri olan St. George Kilisesi’nin bahçesinden geçiyoruz, aslında bir çocuk bahçesi olarak çocuklara tahsis edilmiş. Organizasyondaki gönüllüler tarafından hem 5 yaş altı çocuklara, hem de 5-12 yaş arası çocuklara günün belli bir kısmında gönüllü bakım hizmeti sunuluyor.
Keşfede keşfede kitap fuarının bulunduğu buz pateni pistine doğru yol alıyoruz. Etkinlik mekânları dağınık ama birbirine yakın. Pistin bitişiğinde mutfak kurulmuş, hummalı çalışma var. Vegan yemekler pişiriliyor, ayrıca glutensiz ve gıda alerjisi olanlar için ayrı yemek de çıkartılıyor. Burası bir sahra mutfağı, farklı işlevlere sahip çadırlar ve tente altında tezgâhlar bulunuyor. Hemen önünde gönüllülerin kaydolduğu bir masa yer alıyor. Her şey gönüllüler tarafından yapılıyor; yemek için para ödenmiyor ama istediğiniz miktarda bağış yapabildiğiniz kutular dolaştırılıyor.
Kitap fuarına dalıp ağır ağır dolaşmaya başlıyorum. Burası aynı zamanda enternasyonal bir kitap fuarı. Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca, Yunanca, Rusça, Kürtçe ve çıkartamadığım Balkan dillerinde her çeşit yayın mevcut. Sadece yayınevlerine ait yayınlara değil, çeşitli inisiyatiflerin çıkarttığı dergilere, fanzinlere; dernek ve sendikaların bünyesinden yayımlanan araştırmalar, broşürler ve güncel bildirilere de erişmek mümkün. Flamalar, tişörtler, rozetler, anahtarlıklar, takılar ve kumaş üstüne işlenmiş anarşist ikonografi ile tezgâhlar daha da cümbüşlü. Biraz fanzin toplayıp bağış kutularına destek atıyorum ve de kalınca bir Simon Springer kitabını bağrıma basıyorum. Euro veriyorum, kitapçı para üstünü Frank uzatıyor. Aslında küçük bir kur farkı var ama fuarda bire bir sabit; istasyonun dibindeki büfede epey bir komisyon aldıkları aklıma geliyor, içimden yuh çekiyorum. Üst kattaki bara uğrayıp pet bardaklarımızı dolduruyoruz. Fuarın yan tarafında bir başka sahra çadırında pişirilen ekmeklerin kokusunu alır almaz acıktığımın farkına varıyorum. Mutfak yakın. Kuyruk oluşmaya başlamış. Sıra çok hızlı ilerliyor. Gönüllüler kutu dolaştırıyor, içine sallıyoruz katkımızı.
Yemekten sonraki etkinliklerden bir tanesi de Zapatista hareketinin Meksika’da yapılmak istenen mega demiryolu projesine karşı yürüttüğü mücadele hakkında. Binanın içinde birden fazla etkinlik var, salonu buluyorum. Sunuma ilgi yoğun; yerlere bağdaş kurup oturanlar, pencere pervazına tüneyenler, kapı eşiğinden kafasını uzatanlar… Konuşmacılar İspanyolca konuşacak, İngilizce simultane çeviri yapacak gönüllü bulunuyor. Başlıyor. Meksika’da yapılması gündemde olan “Tren Maya” isimli mega proje kapsamında 1500 kilometrelik hatla beş federal eyaletin (Cancun, Chiapas, Tabasco, Campeche, Yucatan, Quintana Roo) birbirine bağlanması planlanıyor. Her zamanki gibi kulağa büyük bir kolaylık sağlanıyormuş, istihdam yaratılacakmış ve altyapı ile kalkınılacakmış gibi hikâyeler gelse de mühim olan elbette böyle büyük çaplı projelerin nasıl yapıldığı hususu. En başta Meksika’daki Amazon Yağmur Ormanları’nın önemli bir kısmı bu süreçte yok ediliyor ve yerli halklar topraksızlaştırılıp yurtsuzlaştırılıyor. Proje kapsamında yapılan çalışma sebebiyle bölgedeki bazı kuş türleri ve sürüngenlerin yok olma tehdidi altında olduğu ve jaguar popülasyonunun etkileneceği biliniyor. Alman sermayesi başta olmak üzere bu projeyle en çok ilgilenen Fransız, İspanyol şirketleri -konuşmacı Siemens’i ayrıca vurguluyor. Meksika devleti ise bu projenin hayata geçmesi için “ulusal muhafız” rolünü üstlenmiş. 2020’de göreve gelen başkan Lopez Obrador 2024’te görevden ayrılmadan evvel projeyi bitirme niyetindeymiş. Bu yüzden hükümet bu projeyi bir “beka” meselesi olarak gördüğü için orduyu proje inşaatında devriye gezsin diye görevlendirmiş [tam da burada iki soru üzerine tekrar düşünmek bir antrenman olabilir: E hani ulus-devletler bitmişti? devlet egemen sınıfların baskı aracı mıdır?] Dinledikçe anlıyorum ki Almanya’dan St. Imier’e kadar gelmek için kullandığım şirket, yani Deutsche Bahn da bu projenin en önemli paydaşlarından ve Alman silah sanayi ile iç içe geçmiş ilişkiler söz konusu. Sunumun içinde kadınların ön saflarda durduğu yerli halkın direnişini anlatan bir belgesel film gösterimi yapılıyor.
Belgeselden sonra mega projelerin ardındaki küresel koalisyonla mücadele etmek için proje için seçilen yerdeki örgütlü itirazın diğer coğrafyalara da taşınmasının önemini daha iyi anlıyorum; bu yüzden konuşmacıların Deutsche Bahn, TÜV Rheinland ve Siemens’in altını çizmesi ve projeyle ilgili Almanca hazırladıkları rapor da mücadeleyi böyle böyle genişletme talebinin acilen dikkate alınması gerektiğini gösteriyor.
Sunumun ardından akşam yemeğine, oradan da konsere geçiyoruz. Konser için sahne, Espace Noir isimli kafenin bahçesine kurulmuş. Kafenin Rue Francillon’a bakan cadde kapısının önüne hiç masa atılmamış, kaldırım işgal edilmemiş, sadece kapısına allı yeşilli kara bayraklar takılmış. Aslında burası kooperatif olarak kurulan bağımsız bir kültür mekânı olarak tarihi bir sembol. İşçilerin toplandığı, öz-yönetimin tartışıldığı, anti-otoriter çizginin sürdürüldüğü dayanışma mekânlarından biri St. Imier tarihinde. Bahçesinin bir tarafına anarşist bar, diğer tarafına konser sahnesi kurulmuş. Gittiğimizde Sharp Knives sahnenin tozunu alıyordu. Namlarını burada duyduğum diğer bir punk müzik grubu Plagöri sahneye çıktı ve “Plagöri” isimli şarkıyı dinlemeye başladık. Grup üyelerinin vokal performansına bazen vokalist de teremin ile eşlik etti.
Yorgunuz, tulumlarımıza basılıp uykuya dalıyoruz. Sabaha karşı 4 gibi uyanıyorum, salona huzur hâkim. Girişe yakın yatan bir punk yattığı yerden doğruluyor, koridordan salona sızan ışıkla mohawk stili saçının gölgesi duvarda uzuyor ve biraz da soluna dönüp uyumaya devam ediyor. Asayiş berkemal.
2. GÜN
Sabahleyin kalkıp kahvaltıya gidiyoruz. Anacaddede ilkyardım çadırının yanından geçip yokuşu iniyoruz ve şimdi vegan mutfaktayız, upuzun bir kuyruk var ama hıphızlı sıra geliyor gönüllülerin katkısı sayesinde. Tabaklarımızda salata, ekmek ve humus çeşitlemesi var, bir tanesi de çikolatalı. Ardından St. Imier’in diğer ucundaki ZAF binasının yolunu tutuyoruz. Yürüdükçe yolun aşağısında öbek öbek yamacı kaplayan geniş kamp alanı beliriyor. Organizasyonun belkemiği, 24 saat boyunca her türlü ihtiyaçla ilgilenen ve her yeri dolaşan pembe yelekli “care team” gönüllülerinden görüyorum. Demiryolu binayla aramıza giriyor, ilk defa gittiğimiz için nasıl geçilir bilemiyor, gelip gidenlerden esinle demiryolunu geçmeye çalışıyoruz ama resmî bir görevli gelip bizi uyarıyor, dolambaçlı yolu gösteriyor. Sonradan bir de uyarıda bulunmuşlar.
Saat 11’de başlayacak atölyeye yetişiyorum. Atölye kolektif bir haritalama çalışması yapmayı amaçlıyor. Katılımcıların dil tercihi soruluyor, Fransızca’dan İngilizce’ye dönüyoruz. Atölyeyi modere eden arkadaş Orangotango isimli kolektiften söz ediyor. Bu kolektif, eleştirel haritalama diye tanımlanan bir gelenekle bilginin görselleştirilmesi için çalışıyor. Amaçları çeşitli alanlarda iktidar ilişkilerini sorgulayan perspektifleri kolektif biçimde harekete geçirerek mekânı kavramak. Son derece eğlenceli, birlikte düşünmeyi kolaylaştıran ve meyvesine hemen ya da uzun vadede erişmenin mümkün olduğu bir yordam. Mekân ve iktidar ilişkisini eleştirel bir yerden kurma yatkınlığı zaten 19. Yüzyıl’dan bu yana anarşist teori ve pratik içerisinde mevcut; aşağıdan katılımla bilgi üreten kolektif çalışmalar anarşist coğrafya geleneğinin de tohumlarını ekmeye devam ediyor. Odanın ortasını kaplayacak büyüklükte pankarta basılmış bir uydu görüntüsü yere serildi. Onun üzerine yarı şeffaf kâğıt tabakası yerleştirildi ve kopya işlemi başladı. Caddeler, sokaklar, tren yolu, etkinlik binaları ve kamp alanlarının üstünden geçildi. Daha detaylı çalışmak için katılımcıların talepleriyle konu başlıkları listelendi: Ekoloji, Anti-Kapitalizm, Toplumsal Cinsiyet, Ulaşım/İhtiyaç Alanları.
Her bir başlık altında katılımcılar tarafından listeler hazırlandı. Konulara göre renkler seçildi ve lejant oluşturuldu. Asıl haritanın kopyalandığı yarı şeffaf kâğıt üstünde, konulara göre listelerden hareketle farklı renkte kalemlerle yeni harita katılımcıların kolektif çabasıyla dile getirildi. Başka kullanım amaçlarına ve yeni konulara göre tamamlanmaya açık olduğu vurgulanarak harita duvara asıldı.
Elektronik cihazların şarj meselesini çözmek için çok girişli uzatma kablosunu koridorda görünce herkes gibi telefonumuzu takıp gidiyoruz. Açık mutfağa geçip kaynatılan suyu paylaşıyoruz, kahve demliyorum, termosumu doldurup ZAF’dan çıkıyorum. Merdivenlerden indikten sonra kapının üstüne 20 Temmuz Suruç ve 10 Ekim Ankara katliamlarındaki kayıplarımızı anan iki pankart asıldığını görüyorum.
Bu sefer öğle yemeğini es geçiyoruz, kahvaltı biraz daha götürür bizi diye… Antimilitarizm etkinliğine katılmak üzere Great Hall’a yürüyorum. Binanın girişine insan bedenine bağlanarak hareket ettirilebilen, baş kısmında çiçeklerden taç olan bir dev insan iskeleti var…
Üst kattaki geniş salon ayrılmış, içerisi hayli kalabalık, ayakta duranlar, yerde oturanlar, hatta köpekler… Dev iskeletin ikizi de salonda baş köşeye oturtulmuş. Sonradan öğreniyorum ki bunlar benim izleyemediğim “Les squelettes géants, des Géants du Sud (déambulation durant la journée)” başlıklı dış mekân performansında kullanılmış. Elbette program yalnızca deneyim aktarımları ve atölye çalışmalarından ibaret değil; film gösterimleri, tiyatro performansları, sergiler de var. Boş bir sandalye buluyorum, İstanbul-Londra hattıyla uzatılan bir elle Isabella’yı simultane çeviri masasında buluyorum. Simultane çeviri için Bla isimli bir inisiyatif örgütlenmiş; cihazlarıyla, gönüllü tercümanlarıyla katkı sunuyorlar. Isabella ile işaretleşerek anlaşıp toplantı sonunda buluşma üzerine uzlaşıyoruz. Çok dilli bir deneyim aktarımı ve tarih anlatısı sunuluyor, hararetli konuşmacılar mevcut süre sınırını aşıyor, yorulup çıkıyoruz.
İsviçre dışından gelenler için telefon aramaları, internet erişimi bir problem; her ne kadar belli binalarda açık modemler olsa da bağlantı problemi yaşıyoruz. Neyse ki bu sefer biraz da şansımız sayesinde İtalyan ve Fransız anarşist gruplar ve göç üzerine çalışan araştırmacı Isabella ile kitap fuarında buluşuyoruz. Réfractions dergisini çıkartan Jean-Jacques Gandini ile tanıştırıyor beni Isabella. Jean, Türkiye’den geldiğimi öğrenince hemen Kürt siyasetinden ve Murray Bookchin’den söz ederken dergide çıkan bir makaleyi gösteriyor. Fuardaki ikinci durağımız yalnızca Anarşist Federasyon’a karşı sorumlu bağımsız bir yayınevi olan Éditions du Monde Libertaire standı oluyor. Tezgâhın önünde Groupe Kropotkin yazan bir flama var, kenarda Kropotkin’e benzeyen bir de adam oturuyor. Yönetim, basım-dağıtım, üretim aşamaları gönüllülüğe dayanıyormuş; elde edilen kazanç yeni yayınları finanse etmek üzere kullanılıyormuş. Kolektifin gönüllüleri, Türkiye’deki siyaset ve anarşizm hakkında fazla bir şey bilmediğini mahcup biçimde kabul ediyor ama yayın girişimlerine açık olduklarını istekli biçimde vurguluyor. Onlar da Türkiye’den âşina olduğumuz kâğıt fiyatlarından, Çin’den, basım maliyetinin artmasından dertli.
Sırada İtalyan ekip var: İtalya Anarşist Fedarasyonu (FAI). Tezgâhta, Errico Malatesta’nın kurucularından olduğu, yayın hayatına 1920’de başlayan ve kesintilere uğrasa da hâlâ yayınlanan Umanita Nova gazetesinden bir seçki var; ayrıca, fuarın bir bölümünde Umanita Nova’nın eski sayılarından oluşan bir de sergi bulunuyor. Andrea tüm heyecanıyla selamlıyor bizi. Ak saçları, siyah deri ceketi, yakasında FAI rozeti ile yerinde duramıyor, coşkusunu aktaracak İngilizce sözcükler arıyor… Onun durduğu stand anarşizmle ilgili eski kitapların da bulunduğu İtalyanca yayınlardan oluşturulmuş bir koleksiyon; buna ek olarak flama, “Durruti şapkası” ve “Bakunin kravatı” bulmak da mümkün! “Bakunin kravatı” alıyorum, gösterdiği gibi bağlıyorum; Andrea “bellisimo” diyor, yakasındaki rozeti gösterip ben de “bellisimo” diyorum, bana tezgâhtan bir FAI rozeti armağan ediyor. İspanyol ekip kitap, tişört ve şapkalar getirmiş, “akşam konserimiz var” diyor, sticker tutuşturuyor elime. Tanışma turumuz İngiltere, Almanya, Fransa ve Yunanistan’dan gelen gruplarla devam ediyor. 7-9 Temmuz’da bu sene Slovenya’da düzenlenen Balkan Kitap Fuarı’ndan gelen rüzgâr da katılımcılarda hissediliyor. 7 Ekim’de Londra’da yine bir anarşist kitap fuarı düzenlenecekmiş. Yorgunluk bastırınca soluğu mutfak kuyruğunda alıyoruz. Salata ve ismini bilmediğim fakat görüntüsü ve tadı kuyruk yağından yapılan kakırdaka benzeyen -sanırım soyadan yapılmış- yemeğimizi şekersiz soğuk çay eşliğinde afiyetle yiyoruz…
3. GÜN
Daha serin bir St. Imier sabahına uyanıyoruz. Toplantı haftasonu da devam edecek ama bizim için bugün dönüş günü. Dönüş hazırlıkları için toparlanıyoruz. Kahvaltıda elmalı tarçınlı buğday lapası ve tatlı-tuzlu humus çeşitleri var; tabii ki esmer St. Imier ekmeği olmadan olmaz. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali hakkında Fransızca savaş karşıtı bir bildiri bırakıyorlar masamıza. Rastalı bir arkadaş pille çalışan büyük bir teyip çıkartıyor, müzik başlıyor, retro bavulundan toplar savurup bir jonglör performansı sergiliyor etraftakilere, karşısında oturan bir başkası çantasından profesyonel bir kamera çıkartıp çekim yapmak için izin istiyor… Müsaade var. Burada geçirdiğimiz süre boyunca kimsenin kimseyi rahatsız etmediği; ahlâkçı, ırkçı ya da homofobik davranmadığı veya herhangi bir sebeple yargılamadığı güvenli bir ortamı deneyimledik. Uyunan ortak alanlarda ya da ortak kullanılan ihtiyaç alanlarında hiçbir şiddet olayı gerçekleşmedi. Akşam 11’den sonra kimsenin dinlenme alanlarında gürültü yaptığına şahit olmadık. Gece eğlenmeye devam edenler taşkınlık yapıp, kasabanın yerel sakinlerini de rahatsız etmedi… Her ne kadar kasabadaki Türk esnafın bu buluşmadan hoşnut olmadığını duysam da… Anarşistlerin kural tanımadığı söylenip durur, sanırım mesele hangi kurallar ve bu kuralların nasıl belirlendiğiyle ilgili…
Organizasyonun programı itibarıyla farklı mekânlarda aynı zamanda gerçekleştirilen çeşitli konuşmalar, performanslar, tartışmalar, atölye çalışmaları ve deneyim aktarımları vardı. Bunlardan bazılarına katılma fırsatım oldu ancak programa şöyle bir baktığımda burayı Kara Enternasyonal’in tarihi için önemli kılan bir şeylerin eksik olduğunu düşündüm. 19. Yüzyıl’da saat imalatı ve ticareti açısından St. Imier Jura bölgesinin en önemli merkezilerinden biri; buradaki zanaatkâr ve işçilerin özgürlük mücadelesinde anarşistlerle karşılıklı etkileşim içinde oldukları biliniyor. St. Imier’in nasıl komün olduğunu bu mücadele içinden bakarak anlamak, hatırlamak ve sürdürmek gerekiyor. Gördüğümüz ve deneyimlediğimiz kadarıyla buluşmaya binlerce katılımcı geldiği biliniyor –yaklaşık dört beş bin diyenler var. Bu kadar geniş bir katılımın böyle bir program içinde mekânıyla, hizmetiyle örgütlenmesi ve tökezlemeden işlemesi takdir edilmelidir. Bunun yanında burayı festival havasına büründüren üretim ve paylaşımla, buraya tarihi karakterini kazandıran mücadele deneyimini birbiriyle bütünleştirecek bir sosyal etkileşimin eksik kaldığını düşünüyorum. Yapılan atölye çalışmaları ve sunumların başlıklarına baktığım kadarıyla bu etkileşim eksikliği ardındaki epistemolojik problem üzerine daha fazla tartışılmalı ve bunu çözmek için belki de sanatın gücünü de işin içine katarak bir metot geliştirilmeli. En başta, buluşmanın toplanma süresi de gündeme getirilmeli. Buluşmanın 10 yılda bir yapılması onu politik işlevinden sıyırıp, iyice sembolik bir anmaya / festivale dönüştürüyor, kanımca. Katılımcıların çok büyük bir kısmı 30 yaşın altında, böyle bir kitlenin ilgisi gözetildiğinde 10 yılda bir toplanma meselesi üzerine kesinlikle düşünülmeli. O kadar uzun bir süre ki, her şey değişiyor on yılda… Bir gelen bir daha denk gelmiyor muhtemelen, zaten fuara gelenlere sorduğum kadarıyla herkesin ilk gelişiydi. Kendi aramızda tartıştığımız bir diğer mesele de kitap fuarına anarşist sendikaların da katılmasına rağmen programda emek çalışmaları, işçiler ya da sınıf tartışmalarına dair doğrudan bir katkıya rastlamamamız. Belki gözümüzden kaçmıştır, ancak St. Imier’in komün tarihini ve Juralı saatçileri hatırlayınca bununla çelişir biçimde, bunun, buluşma için pek de ön sıralarda bir gündem olmadığını anlıyorum… Aramızdaki tartışmadan, buraya enternasyonali getiren ve komün karakteri kazandıran politik mücadelenin bağlamını hatırlatacak güçlü bir çerçevenin tekrar çizilmesi gerektiği sonucuna varıyoruz.
Spor salonundan eşyamızı alıp istasyona varıyor, St. Imier’ye veda ediyoruz. Ertesi gün haber alıyorum ki organizasyonun belkemiği pembe yelekliler çalışma koşullarındaki yanlışlar ve organizasyondan destek alamadıkları için, grev ilan etmiş…