Anarşist antropolog David Graeber’in, Doğrudan Eylem: Bir Etnografi adlı kitabının V. bölümünde yer alan Doğrudan Eylem Nedir, Anarşizm Nedir, Şiddet ve Şiddetsizlik üçlüsünün ilk yazısı olan Doğrudan Eylem Nedir? adlı yazının çevirisini sizlerle paylaşıyoruz. Üçlünün geri kalan yazıları çevirisi tamamlandığında paylaşılacaktır. Graeber bu yazısında doğrudan eylemin anarşist düşüncede geliştirilmiş klasik tanımıyla başlayarak anarşizm içi tartışmalara değiniyor. Doğrudan eylem yalnızca bir eylem yöntemi değildir, aynı zamanda bir ideali temsil eder ve kişinin anarşist ilkelerle tahayyül ettiği özgür toplum modelini (örneğin doğrudan demokratik karar alma, paylaşmaya ve dayanışmaya dayalı üretim-tüketim ilişkileri vb.) gerçek bir pratiğe aktarmasıyla araçların aynı zamanda amaçlar olduğu bir özgür toplum örneğine dönüşür. Graeber’e göre doğrudan eylemde kilit nokta, kişinin devlet yokmuş gibi davranarak bir özgürlük pratiği yaratmasıdır. Sonra bu “Geçici otonomi baloncukları, aşamalı olarak kalıcı, özgür topluluklara dönüşmelidir.” İyi okumalar.
Doğrudan Eylem Nedir?
Yıllar boyunca yüzlerce anarşist bu soruyu kitapçıklarla, bildirilerle ve konuşmalarla yanıtlamaya çalıştı. İşte size birkaç örnek:
Doğrudan eylem, karşılaşılan sorunun doğrudan tartılabileceği tarzda ve politikacılara ve bürokratlara ihtiyaç olmaksızın kişinin kendisi için eyleme geçmesini ifade eder. Eğer buldozerlerin evini yıkmak üzere olduğunu görürsen, onlara doğrudan müdahale ederek durdurmak suretiyle doğrudan eyleme geçersin. Doğrudan eylem resmi yasalara karşı ahlaki vicdanı ortaya koyar… Bireyin kendi hayatının kontrolünü eline alması, bizi çepeçevre saran dünyaya karşı doğrudan eyleme geçmek için çalışması, kendi eylemlerinin sorumluluklarını alması için savaşa hazır olduğunun ifadesidir doğrudan eylem.
—Sans Titres Bulletin, “What is Direct Action?”
Basit bir örnek verelim. bir kasap eti tartarken parmağıyla tartıya bastırıyorsa, kişi bundan yakınabilir ve ona yoksulları soyan bir eşkiya olduğunu söyleyebilir, ve eğer kasap buna devam ederse ve hiçbir şey yapmazsa, kişi Ağırlık ve Ölçü Bakanlığı’nı arayabilir, ki buna dolaylı eylem denir; veya kişi kendi etini kendisi tartmakta ısrar edebilir, kendi tartısını getirip kasabın ölçtüğü ağırlıkla karşılaştırabilir, işini başka yerde görmek için bir kooperatifin kurulmasına yardımcı olabilir, bunlar da doğrudan eylemdir.
—David Wieck, “Habits of Direct Action”
Doğrudan eylem başkalarının eylemleriyle değil, kendi eylemlerimizle amacımıza ulaşmamızı hedefler. Kişilerin kendi güçlerini kendi ellerine almalarıyla ilgilidir. Bu bağlamda oy verme, lobicilik, endüstriyel eylem veya medya yoluyla politik baskı yaratmaya çalışmak gibi popüler siyasi eylemlerden kendisini ayırır. Çünkü tüm bu eylemler mevcut durumu değiştirmek amacıyla kendi kendimize hareket etmemizi engellemek için çalışan mevcut kurumlara irademizi teslim eder. Doğrudan eylem mevcut düzenin bu denli bir kabullenişine karşı çıkar ve dünyayı değiştirmek için hem hakkımızın hem de gücümüzün olduğunu söyler. Bunun böyle olduğunu da eyleyerek kanıtlar. Doğrudan eyleme örnek olarak; yol kapama, nöbet tutma, sabotaj, ev işgali, odunculuğu engellemek amacıyla ağaçlara çivi çakma, kilitleme, işgal, grev, yavaşlatma, devrimci genel grev verilebilir. Toplumsal olarak, diğer şeylerin yanında yiyecek kooperatifleri ve radyo ve televizyona topluluk erişimi gibi amaçlarla kendi örgütlerimizi kurmamızı da içerir. Doğrudan eylem yalnızca bir eylem yöntemi değil, “geleceği şimdiden inşa etme” yoludur. Sermaye ve devlete başvurulmadan kişilerin kendi koşulları üzerinde olan kontrollerini genişletmek için örgütlendikleri her durum doğrudan eylemdir. Başarılı olduğu her alanda doğrudan eylem insanlara kendi yaşamlarının kontrolünü alabileceklerini, dolayısıyla anarşist bir toplumun mümkün olduğunu gösterir.
—Rob Sparrow, “Anarchist Politics and Direct Action”
Tek başına ya da onun koşullarını paylaşan diğer insanlarla birlikte bir şey iddia etmeye hakkı olduğunu düşünen ve bunu cesurca iddia eden herkes doğrudan eylemcidir. Bir şey yapmayı planlayan ve onu yapan herkes, veya otoritelere gidip onlardan rica etmeden, diğerlerinden önce planını ortaya koyan ve bunun için işbirliği yapan herkes doğrudan eylemcidir. Başkasıyla çözmesi gereken bir sorun olan ve barışçıl bir şekilde veya başka bir yöntemle sorunu çözmeleri için doğrudan sorunla ilişkili kişi veya kişilere giden herkes doğrudan eylemcidir.
—Voltaire De Cleyre, “Direct Action”
Kişi kendi istediği kadar özgürlüğe sahiptir. Anarşizm doğrudan eylemdir, toplumsal, ekonomik, ve ahlaki tüm yasaların ve kısıtlamaların açık tanımı ve karşılarındaki direniştir. Ancak tanım ve direniş yasadışıdır. Bunlarda insanlığın kurtuluşu yatar. Yasadışı olan her şey doğruluk, özgüven ve cesaret gerektirir. Kısacası özgür, bağımsız ruhlara seslenir.
—Emma Goldman, “Anarchism: What It Really Stands For”
Anarşistlerin neden doğrudan eylem fikrine bu kadar ilgili olduğunu anlamak zor değildir. Anarşistler devletleri ve devletlerin mümkün kıldığı tüm eşitsizlik biçimlerini reddederler. Kurumsal reformlar için hükümet üzerinde baskı oluşturmayı hedeflemezler. Aynı şekilde devlet iktidarını ele geçirmeyi de hedeflemezler, kendilerini şekillendiren amaçlarıyla mümkün olduğunca tutarlı araçları kullanarak o iktidarı yok etmeyi hedeflerler. “Eski toplumun küllerinden yenisini inşa etmeyi” isterler. Doğrudan eylem bununla mükemmel derecede tutarlıdır, çünkü özünde doğrudan eylem, adaletsiz otoritenin yapılarıyla karşılaşıldığında zaten özgürmüş gibi davranmada ısrarcıdır. Kişi devletten dilenmez. Kişi büyük bir meydan okuma jestine bile ihtiyaç duymaz. Kişi elinden geldiğince devlet yokmuş gibi devam eder.
Pratikte, aralarında çoğunlukla anlaşsalar da ilkesel olarak doğrudan eylem ve sivil itaatsizlik arasındaki fark budur. Birisi askerlik kağıdını yakarken, diğeri gayri meşru gördüğü otorite yapısıyla rıza veya işbirliği göstermez, ancak bu da bir eylem biçimidir, en azından kısmen otoritelerin kendilerine yönelik bir kamu eylemidir. Genellikle, sivil itaatsizlik yapan kişi aynı zamanda eylemlerinin yasal sonuçlarını da kabul eder. Doğrudan eylem bunu bir üst seviyeye taşır. Doğrudan eylemci yalnızca askerileştirilmiş bir eğitim sistemini desteklememek için vergi ödemeyi reddetmekle kalmaz, farklı ilkelerle işleyen bir eğitim sistemi oluşturmak için diğerleriyle bir araya gelir. Devlet olmadığında nasıl yapacaksa öyle yapmaya devam eder ve kendisini durdurmak için silahlı adamlar gönderip göndermeme seçimini devlete bırakır.
Şimdi, okuyucu itiraz edebilir: “Ama doğrudan eylem, genellikle devletle doğrudan karşı karşıya gelmeyi içerir. Bu bir karşılaşmayla başlamasa bile, önünde sonunda herkes bu karşılaşmanın gerçekleşeceğinin oldukça farkındadır. Bu kesinlikle onların varlığının (devlet tarafından) tanınması anlamına geliyor gibi görünüyor.” Bu doğru ama burada bile meseleler daha ince. Karşılaşmalar olduğunda, bunun sebebi genellikle doğrudan eylemcilerin, devlet durumun doğruları ve yanlışları üzerine olan görüşünü diğer insanlardan daha fazla empoze etme hakkına sahip değilmiş gibi eylemlerini sürdürmekte ısrarcı olmasıdır. Eğer bir adam yerel bir nehre dökmek üzere zehirli atık dolu bir kamyonla ilerliyorsa, doğrudan eylemci, adamın temsil ettiği şirketin yasal olarak buna izni olup olmadığıyla ilgilenmez; yerel su kaynaklarına zehir dökmeye kalkışan herhangi birine nasıl davranacaksa, o adama da öyle davranır. (Bu anlayışa göre, söz konusu doğrudan eylemcinin, nadiren basitçe suçluyu fiziksel olarak alt etmeye çalışması gerçeği, çoğu aktivistin şiddet karşıtlığına olan bağlılığının dikkate değer bir kanıtıdır.) Normal olarak buradan elde ettiğimiz sonuç, çevrenin vicdanıyla kamyoncu adamın fikrini değiştirmek ve gerekirse durdurmak amacıyla kamyonun önüne yatmak veya tekerleklerini patlatmak için bir araya gelmek, her erkek ve kadın için meşrudur. Eğer bir araya gelirlerse, mavi kostümlü yirmi silahlı adam belirecek ve onlara sokakları terk etmelerini söyleyecek, eylemciler bu talebi yasal bir emir olarak değil, sokakta duran bir grup insanın dile getirebileceği diğer herhangi bir taleple ahlak yönünden eşdeğer olarak ele alıyorlar. Dahası, eğer polis, ambulans yoldan geçmeye çalıştığı için kamyonun yolunu kesenlere sokakları terk etmelerini söylerse, neredeyse kesin olarak yoldan çekilirler; ama eğer polis bunu sadece şehrin temsilcileri olarak yasal yetkileri gereği söylerse, eylemciler onları görmezden gelecektir; eğer saldırmakla tehdit ederlerse, eylemciler karşı koymakla ilgili riskleri almaya istekli olup olmadıklarını değerlendireceklerdir. Kilit nokta, kişinin en azından ahlaki olarak devlet yokmuş gibi hareket ediyor olmasıdır. Her halükarda gizli bir doğrudan eylem yapmak mümkündür. Ancak tanım olarak gizli bir sivil itaatsizlik eylemi yapmak imkansızdır.
Burada geliştirdiğim, doğrudan eylemin klasik tanımıdır denebilir; en az bir buçuk asırlık anarşist düşüncede zaten geliştirilmiş ve detaylandırılmış bir tanım. Bugünlerde sıklıkla terim daha gevşek bir algıda kullanılıyor. “Doğrudan eylem”, açık, militan ve çatışmacı olan, ancak doğrudan silahlı ayaklanmanın gerisinde kalan herhangi bir siyasi direniş biçimi haline getiriliyor (Örneğin Carter 1973). Bu anlayışa göre birisi elinde dövizle yürüyüş yapmaktan daha fazlasını yapıyorsa, ama AK-47’lerle dağa çıkmaya henüz hazır değilse, bu kişi bir doğrudan eylemcidir. Kızılderililer gibi giyinmiş bir takım sömürgecinin çok sayıda yüksek vergili İngiliz çayını Boston limanından denize döktüğü Boston Çay Partisi eylemi, sıklıkla bu tür bir doğrudan eylemin klasik örneği olarak gösterilir. Bu tür eylemler hem militan hem de sembolik olmaya meyillidir. Bu anlayışla “doğrudan eylem” terimi devasa bir çeşitliliği kapsar: ayrı bir yemek masasında oturma hakkında ısrarcı olmaktan birisini ateşe vermeye, eski bir ormanda buldozerlerin önüne yatmaktan bölgede ağaç kesmemeye yönelik uyarıları dikkate almayan oduncuların kendini öldürme riski olsun diye ağaçları çivilemeye kadar her anlama gelebilir.
Aktivistler de sıklıkla doğrudan eylem ve sivil itaatsizlik arasındaki fark sadece militanlıkmış gibi konuşurlar. Bazıları içinse doğrudan eylem gözaltına alınmayı kabul etme rızasıdır. “Sivil savunma” gerçekleştiren herkes kendi isteğiyle polise teslim olabilir, olmasalar bile, bir şirketin ana binasının girişini kapattıklarında veya cumhurbaşkanlığı konvoyunun önüne yattıklarında bunu tamamen gözaltına alınma beklentisiyle yaparlar ve onları gözaltına alacak polisler ortaya çıktığında kaçmazlar ve pasif olarak direnirler veya hiç direnmezler. Bunun aksine işçilerin işgal ettiği fabrikanın gece camlarını kıran veya kapısında nöbet tutan doğrudan eylemciler, ceza almamak için ellerinden geleni yaparlar. Ya da alternatif olarak ayrım, kişinin taktiklerinin geleneksel “şiddet” tanımlarına ne kadar yaklaştığıyla ilgili olabilir. Vergi ödemeyi reddeden İngiliz süfrajetleri genellikle sivil itaatsizlik pratiğiyle tanımlanır; sistematik olarak mağazaların camlarını kırmaya başladıklarında ise genellikle doğrudan eyleme döndükleri söylenir. Elbette klasik anarşist tanımlara göre mağaza camlarını kırıp oy hakkı reformu için hükümeti baskılamak hiçbir şekilde doğrudan eylem değildir -tümüyle dolaylıdır- ama kelimenin kullanımı terimin nasıl da belirli bir militanlık seviyesiyle eş anlamlı hale geldiğini gösteriyor.
Tüm bunlar neden “doğrudan eylem” sorusunun sıklıkla politik tartışmaların merkezi olduğunu görmemizi kolaylaştırıyor. Örneğin 20. yüzyılın ilk yarılarında doğrudan eylemin emek hareketindeki rolüyle ilgili sonsuz tartışmalar vardı. Günümüzde ise, eskiden sendikalar ilk ortaya çıktığında inanılmaz radikal örgütler olarak görüldüklerini unutabiliyoruz. Aslında sendikalar, bir tür devrimci ikili güç iddiasını temsil ediyorlardı. Greve gitmek, mekanizmayı yok etmek, fabrikaları işgal etmek, grev hattı oluşturup grev kırıcıların fiziksel olarak iş yerine girmesini engellemek: aslında tüm bunlar, devletin şiddet tekelini elinde tutma iddialarına doğrudan karşı çıkarak, zorlayıcı güç kullanma hakkını elde eden işçilerin meselesiydi. Kendi döneminin Fransız emek mücadelesine yakından bağlı olan ve 19. yüzyıl başlarının anarşist felsefecilerinden birisi olan Pierre-Joseph Proudhon, hareketin kendisini doğrudan eylemin yalnızca şiddetsiz formlarıyla sınırlaması gerektiğine inandığı için aslında grevlere karşıydı. Ancak sendikaları tamamen baskılayamayan devletler hemen sendikaları kendileri işletmeye çalıştı. Endüstriyel eylemin birçok formu (örneğin grev hatları) yasallaştırıldı, ama aynı zamanda sıkı bir şekilde sınırlandırıldı; diğerleri (örneğin iş yeri sabotajı) ise sıkı bir şekilde yasaklandı. Tahmin edebileceğiniz gibi bu, sendikalist hareket içerisinde büyük bir tartışmanın fitilini ateşledi. Georges Sorel’in, 1908 yılında Fransa’da yayınlanan “Şiddetin Yansımaları” kitabı bize bu tartışmalardan bir şeyler gösteriyor. Kitapta şunu söylüyor: bir grev veya işçi eylemi gerçekten de devletin şiddet tekeline meydan okusa bile, yasadışı, riskli bir grev olsa bile, grevler aslında devrimci değildir çünkü grevler devletin garanti edeceği ve en nihayetinde dayatacağı koşullarda, ücretlerde, çalışma saatlerinde anlaşmalar kazanmayı hedefler. Dahası devletin şiddetine meydan okumaz, bu şiddeti kendine katmaya çalışır. Sorel bunu anarşist bakış açısından savunmuştu, gerçekten devrimci olan tek grev, devlet şiddeti sistemini tümden ortadan kaldırmayı hedefleyen bir genel grev olabilirdi. Bu nedenle, işçi eylemleri, yalnızca o yönde hareket etme girişimleri, belki de kostümlü provalar veya propaganda biçimleri olduğu sürece meşruydu.
Birleşik Devletler’de de, felsefi farklılıklar sıklıkla taktikler üzerine yapılan büyük tartışmalarla sonuçlanıyor. 20. yüzyılın başları, sonrasında AFL-CIO’nun ve IWW (Dünya Endüstri İşçileri) gibi devrimci sendikaların belkemiğini oluştaracak olan Knights of Labour gibi ana akım sendikalarda olan derin ayrışmaları gördü. Oluşan bu devrimci sendikaların nihai hedefi “ücretli emek sistemini ortadan kaldırmaktı” ve gayri meşru bir yapı olarak gördükleri devletle çalışmayı reddettiler. Onlar özünde, resmi olarak olmasa da anarko-sendikalistlerdi. Ana akım sendikalar iş güvenliğini ve yüksek maaşları vurgularken, IWW daha çok -Avrupa’daki anarşist sendikalar gibi- çalışma saatlerinin düşürülmesiyle ilgilendi. Yine de IWW’deki işçilerin sonuç olarak açıkça tartıştıkları şey bu bağlamda iş yeri sabotajı anlamına gelen doğrudan eylemi onaylamaktı.
Burada iş yeri sabotajı pratiğinin -en azından işçiler arasında- asla özellikle bir skandal olarak görülmediğini vurgulamak önemli. Şirket mülkiyetini tahrip etmek, iş yeri işgalleri, kasıtlı olarak kalitesiz çalışma, yavaşlatma; tüm bunlar repertuarda uzun zamandır bulunuyordu, bu eylemler yüzyıllardır örgütlü emeğin standart alet takımıydı denebilir. Bugüne dek de öyle kaldı. Ben kendi adıma 1950’lerde Manhattan’da iş anlaşmazlığı sonucu başlayan iş yeri sabotajları nedeniyle hatalı sıhhi tesisatı olan bir binada büyüdüm. Amerikan grevcileri bugün bile hala sürekli tekerlek patlatıyor ve şirket malzemelerini ateşe veriyorlar. Her neyse, bu anlattıklarımın hiçbiri yasal sendika politikası değil. Sendika yetkilileri her zaman bu tür eylemleri kınarlar veya gerçekleştiklerini inkar ederler. Ki bu da onlara devlet tarafından grev yapma izni verilmesinin sebeplerinden biridir. Sendikalar paradoksal olarak Birleşik Devletler’de doğrudan eylem gerçekleştirmesine izin verilen tek örgütlenmedir; ama buna sadece adına doğrudan eylem demedikleri sürece izin verilir; nasıl ve ne zaman grev çağrısı yaptıklarına, nereye ne çeşit bir grev gözcüsü koyduklarına, ikincil boykotlar ve hatta toplumsal kampanyalar gibi diğer başka taktikler kullanmalarına bağlı olarak gelecek sonsuz kısıtlamaları kabul etmeleri karşılığında izin verilir. Bu kısıtlamaların ötesine geçen her şey “doğrudan eylem” olarak tanımlanır ve resmi olarak izin verilmez. Gördüğümüz gibi sendika liderlerinin, sendikadaki alt tabaka işçilerin tıpkı Seattle’da ve Québec City’de olduğu gibi doğrudan eylem yapmamaları için bütün güçleriyle çalışmasının sebebi budur. Örneğin sendika üyeleri -sendika üyesi sıfatıyla- Québec’teki duvarın yıkılmasına yardım etmiş olsaydı, sadece yasadışı faaliyetlerde bulunmakla kalmaz, aynı zamanda liderlerinin devletle olan özel ilişkisinin temelini tehlikeye atmış olurlardı.
Sendikalist gelenek içerisinde çalışma yapanlar, beklenildiği gibi doğrudan eylemin salt militanlıkla bu şekilde özdeşleştirilmesine itiraz edeceklerdir. Onlar, benim yazının başında yaptığım gibi bir tanımı tercih edeceklerdir. Bazıları sırf bu sebeple Seattle ve Québec’teki büyük çaplı eylemlerin doğrudan eylem olmadığını tartışarak fazla ileri gittiler. 1999 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün Seattle’da kapatılmasından kısa bir süre sonra Harald Beyer-Arensen isimli bir anarko-sendikalist, insanların doğrudan kendi acil durumlarını iyileştirmeye yönelik hareket etmediğini, bu sebeple Seattle’ın doğrudan eylem olmadığını göstermek istediği bir makale yazdı.
İşçilerin Dünya Endüstri İşçileri’ne katılması için kampanya yürüten Eugene V. Debs Aralık 1905’te şunu söyledi: “Kapitalistler kullanmadıkları araçlara sahiptirler, işçiler de sahip olmadıkları araçları kullanırlar.” Bu söze ek olarak şu satırları ekleyebiliriz: Doğrudan eylem bazen sahip olmadığımız araçları kullanım dışı bırakmak anlamına gelebilir, bazense onları kendi amaçlarımız için kullanmak anlamına gelebilir; ihtiyaçlar ve amaçlar kendiliğinden tanımlanır. Sonuç olarak doğrudan eylem yalnızca bu araçlar aslında zaten bize aitmiş gibi hareket etmek anlamına gelir (Beyer-Arensen 2000:11).
Tekrarlamak gerekir ki, doğrudan eylem kişinin zaten özgürmüş gibi hareket etmekte ısrar etmesidir. Bu nedenle, diye devam eder, “anarşist, toplumsal devrimci projenin kalbinde yer alır.”: herhangi bir devrimci elit tabakanın veya öncünün rehberliği değil, işçi sınıfının kendi çabasıyla kendini özgürleştirmesinin bir aracıdır.
Bu bakış açısıyla doğrudan eylemi, araçların aynı zamanda doğrudan doğruya amaçlar olduğu, böyle olmasa bile herhangi bir sendikanın veya bürokrasinin aracılık etmediği bir ücret grevinde olduğu gibi, araçların (çalışmayarak patronların kârını azaltmak, bununla beraber güçlerini de azaltmak) kendiliğinden tanımlanan amaçlarla (ücretlerimizi ve kendi gücümüzü artırmak) aynı anda gerçekleşen bir ilişkide olduğu, kendimizden başkası tarafından gerçekleştirilmeyen eylem olarak tanımlayabiliriz. Başarıyla gerçekleştirilen bir doğrudan eylem, yaşamın mevcut koşullarından doğrudan etkilenen kişilerin ortak çabasıyla bu koşulların yeniden düzenlenmesini getirir.
Seattle’da ne olmuştu? Bir grup aktivist, Dünya Ticaret Örgütü (WTO)’nun varlığını toplumsal bir sorun olarak gündem etmek ve yeni WTO turunda pazarlıkları sabote etmek için ticaret bürokratlarının toplantısını durdurmayı denedi, ve bir süreliğine başardı da. Beyer-Arnesen’in izin vermeye istekli olduğu bu eylem, bazı yönlerden doğrudan eyleme benzemektedir. Kesinlikle süreçleri koordine etmek için “Doğrudan Eylem Ağı”nı oluşturanların yaptıklarına inandığı şey de buydu. Kişi basitçe militanlık kriterini uygularsa, aynı fikirde olmaya meyledebilir, çünkü olay, -eğer şiddetsizse- polisle uzun süre karşı karşıya gelmeyi de içeriyordu. Ama aslında Beyer-Arnesen bunun doğrudan eylem olmadığında, çünkü aslında “doğrudan” olmadığında ısrar ediyor. Bir örnek veriyor. Su eksikliği sorunu yaşayan bir kent hayal edin. Çevredeki bütün toprakların sahibi bir emlak patronu ve bu patron belediye başkanıyla ilişkili, yani kent sakinleri yeni kuyular inşa edemiyor. Eğer bir grup kent sakini, yasaları ihlal ederek onlara rağmen yeni bir kuyu kazarsa, bu doğrudan eylem olur. Ama eğer belediye başkanı politikasını değiştirene kadar onun evine abluka kurarlarsa, bu kesinlikle doğrudan eylem değildir. Bu eylem başkana mektup yazmaktan veya lobicilik yapmaktan daha militan bir eylem olabilir, ama aslında bunları yapmanın farklı bir şeklidir: iktidarlara davranışlarını değiştirmeleri için çağrı yapmaktır. Gerçek bir doğrudan eylemcinin reddedeceği otorite, tanınmaya devam edilir. Seattle’daki WTO toplantılarını durdurma çabasının bir doğrudan eylem olmadığını, çünkü sonuç itibariyle “iktidarları hayali bir ‘toplumsal görüşle’ etkileyecek” bir medya gösterisi yaratma girişimi olduğunu söylerek Beyer-Arnesen, cümlelerini bağlıyor (200:12). WTO toplantılarının kendisi, alt tarafı törensel toplantılardır. Asıl kararlar bu toplantılarda değil başka yerlerde veriliyor. Dahası eylemlerin asıl amacı toplumsal dikkati çekmek için bir karşı-tören yapmaktı, yalnızca göstermelik olan hedefleri (bir kurum olarak WTO’yu tümden kapatmak), zaten kullanılan araçlarla ulaşılabilecek bir hedef değildi. Özünde hükümet politikasını etkilemeyi amaçlayan bir propaganda hareketi, bir gerilla tiyatrosuydu.
Beyer-Arnesen, doğrudan eylemin, örneği canlandırarak öğretmek amacında olduğu için belli bir ölçüde “eylemle propaganda” olduğunu kabul ederek sözlerini bitiriyor. Yasalara karşı gelerek kendi kuyusunu inşa eden topluluk sadece kendisi için harekete geçmiş olmuyor; aynı zamanda diğer topluluklar için bir özörgütlenme örneği oluşturuyor. Ancak bu, doğrudan eylemin ikincil bir etkisidir. Her neyse, özetle hükümeti etkilemeye çalışmıyorlar.
Şimdilik bu tartışmayı daha fazla uzatmak istemiyorum çünkü özellikle ikna edici bulmuyorum. Huysuz, yaşlı bir anarko-sendikalistin düşüncelerini temsil ediyor ve günümüz anarşistlerinin göz ardı edilemeyecek çoğunluğunun kesinlikle bu düşünceleri kabul etmeyeceğine inanıyorum. Ne de olsa, Sorel’in dediği gibi bu mantık Beyer-Arnesen’in onayladığı işçi eylemlerine de uygulanabilir: sonuçta grevciler hükümet arabulucuları tarafından bağlayıcı tahkim istiyor, istemeseler bile işverenleriyle yaptıkları herhangi bir anlaşma devlet tarafından uygulanacaktır. Beyer-Arnesen’in tartışma çizgisini mantıksal sonucuna götürecek olursak, bir yasallık çerçevesinde yapılan veya toplumsal görüşün bir faktör olduğu hiçbir eylem doğrudan olarak ele alınamaz. Ne de olsa, birisinin evini veya topluluk bahçesini yıkmaya gelen buldozerin önüne kendimizi atarsak kişi, basitçe bizim sürücünün ahlaki vicdanına hitap ettiğimizi düşünmekle beraber, buldozer sürücüsünün de aynı zamanda ihmalkar cinayetin cezalarıyla karşılaşma ihtimalini düşündüğünü veya ertesi günün gazetelerinde kalpsiz bir katil olarak yazılma ihtimalini düşündüğünü gerçekçi olarak reddetmez. Beyer-Arnesen’in kendisi -en azından grev olaylarında- bu açmazdan habersizdir. Yazısını, kesin grevlerin aslında doğrudan eylemin diğerlerinden daha iyi bir örneği olduğunu söyleyerek bitiriyor. Kendisinin en sevdiği örnek, otobüs sürücülerinin ve tren kondüktörlerinin işlerini bırakmak yerine devam ettiği ama biniş ücretlerini toplamayı durdurarak efektif olarak toplu ulaşımı eylem bitene kadar ücretsiz yaptıkları, 80’li yıllarda Melbourne’daki ulaşım işçilerinin grev örneğidir. Hayal edin, kendisi, bir gün endüstri ve hizmet sektörünün her alanındaki işçiler aynısını yapsa ne olurdu diye bir teklif öne sürüyor. Kapitalist ekonominin bir özgürlük ekonomisine dönüştürülebileceğini göstermek için bu öneri kendi başına büyük bir adım olurdu.
Bu güçlü bir tahayyül, ancak Beyer-Arensen’in kuşkusuz “saf tiyatro” olarak itham edeceği eylemlerle olağanüstü bir benzerlik taşır. Kopenhag’ın dışında eski bir ordu üssünde bulunan Christiana işgal evi topluluğu tarafından örgütlenen kampanyayı örnek olarak alalım:
1974’te topluluk, iyi bir toplumsal imaj çizmek için çeşitli sokak “tiyatroları” yapıyordu. “Yoksul ve yalnızlar için ilk Noel kutlandı ve Solvognen, şehirdeki mağazalardan ellerine geçen her hediyeyi cömertçe hem yaşlılar hem gençler için dağıtan bir Noel Baba ordusu kurdu. Doğal olarak gözaltına alındılar ancak tesadüf eseri, polisin Noel Baba’ları dövdüğü görüntüler tüm dünyada gazetelerin ön sayfalarına çıktı.”[12]
Bir başka deyişle, Melbourne grevcilerinin yaptığı şeyin aynısını yaptılar, ama hiç doğrudan eylem yapmadılar. Öyleyse akıllara şu soru geliyor: çizgiyi nereye çizeceğiz? Doğrudan eylem nasıl olmalı? Sokaktaki rastgele beş çocuğa ücretsiz olarak eşya ve hizmet dağıtmak gerçek doğrudan eylem olmak için yeterli değilse, banliyöde yaşayan on bin kişinin yaptığının bunlardan farkı ne?
Bu tartışmayı uzatmamın sebebi belli bir ahlaki evrene pencere açıyor olması. Tanıdığım çoğu Amerikalı anarşist, Seattle’ın gerçekten doğrudan bir eylem olup olmadığı konusunda tartışmaları biraz aptalca buluyor; bu tür soruları fazla ciddiye almanın akademik hatta sekter göründüğünü düşünüyor, en iyi ihtimalle bira sohbetinin yönünü hafifçe değiştiren bir konu olarak görüyorlar. Yine de bu konunun altında yatan sorunlar kritik. Göreceğimiz gibi, Québec City’den önceki haftalarda sınır eylemleri fikrine yapılan itirazların çoğu, bu tür eylemlerin gerçek doğrudan eylem değil, yalnızca sembolik olacağı hissine dayanıyordu. Dahası Beyer-Arnesen’in eleştirisinin özü, yani Seattle gibi eylemlerin büyük oranda sembolik olduğu ve asıl meselenin halkın kendi yaşamını kendi ellerine almasını sağlayacak yollarla gerçek topluluklar içerisinde çalışma yürütmek olduğu fikri, hareketle ilişkili herkesin kabul edeceği bir şey. Naomi Klein (2000)’ın aktivistleri “Ticaret bürokratlarını Minnettar Ölülermiş gibi takip etmenin” tehlikesi konusunda uyardığı ünlü makalesini Nation (Ulus)’da yazmadan önce bile tüm bunlar büyük bir tartışma konusuydu. Seattle gibi eylemleri savunanlar, eylemciler delegelerin binaya girmesini engellemek amacıyla kendi bedenlerinden abluka kurdukları için bunun yalnızca doğrudan müdahale olduğunda ısrar etmedi, bunu Beyer-Arnesen’in anahtar olarak altını çizdiği şekilde yaptılar: mevcut otorite yapısına bir yaşam alternatifi sağlayan özörgütlenme çerçevesinde topluluğu harekete geçirerek.
Bu gerçekten eğitim amaçlıydı. Bir yandan, birlikte mevcut demokratik hakları şirket iktidarı adına susturmak isteyen anlaşılmaz bir dünya neoliberal hükümetin bel kemiğini oluşturan WTO ve ona benzer kurumların demokratik olmayan doğasını ortaya çıkarmak istediler. Diğer yandan doğrudan demokratik ilkelerle bütün bir eylem örgütlemek ve dahası gerçek eşitlikçi karar almanın nasıl işleyeceğine dair yaşayan bir örnek ortaya koymak için azimliydiler. Küresel kurumlarla uğraşırken bu, bir eylemin mümkün olabileceği kadar doğrudan halidir.
Bu kitabın öncelikli odağını oluşturan Doğrudan Eylem Ağı, doğrudan bu projeden ortaya çıkmıştır. Bazı hususlarda neoliberal kurumlara karşı eylem düzenlemekti; bazılarında ise oy birliği tabanlı, desantralize doğrudan demokrasi modeliydi. Tüm kusurlarına (ki bu kusurlar hakkında çok şey öğreneceğiz) rağmen bunu yapmakta önemli rol oynadı.
Toparlamak gerekirse: doğrudan eylem belli bir ideali temsil eder, en saf formunda bu ideal muhtemelen ulaşılmazdır. Amaçlar ve araçlar fiilen birbirinden ayırt edilemez hale gelir; eylemin formunun -veya en azından örgütün formunun- kendisinin, kişinin getirmek istediği değişimin bir modeli olmasıyla, değişim yaratmak için aktif bir şekilde dünyayla ilişki kurmanın bir yolu olarak ortaya çıkar. En temel haliyle, çok basit bir anarşist anlayışı yansıtır: askeri disiplinle özgür bir toplum kurulamaz, emir vermekle demokratik bir toplum kurulamaz veya gönülsüz kendini feda etme ile mutlu bir toplum kurulamaz. En ayrıntılı haliyle ise, kişinin kendi eylemi bir çeşit ütopyaya, kişinin özgür toplum görüşünün somut bir modeline dönüşür. Emma Goldman’ın (ve diğerlerinin) gözlemlediği gibi, otoritelerin bu eylemleri suç olarak tanımlaması bu bağlamda bir sorun değildir, bu eylemler, eylemcilere kendi eylemlerinin sorumluluğunu almasını, cesaretle ve doğrulukla davranmasını sürekli olarak hatırlattığı için aynı zamanda büyük bir avantaj da olabilir. Asıl sorunlar, daha ziyade, kişi farklı hatlar boyunca örgütlenmiş bir dünyayla yüzleşmenin ötesine geçip farklı biçimlerde onunla ilişki kurduğunda başlar.
Doğrudan eyleme dayanan bir devrimci strateji, ancak doğrudan eylem ilkeleri kurumsallaşırsa başarılı olabilir. Geçici otonomi baloncukları, aşamalı olarak kalıcı, özgür topluluklara dönüşmelidir. Her neyse bunun olabilmesi için, bu topluluklar bütünüyle toplumdan izole bir şekilde varolamaz, veya çevresindeki herkesle saf yüzleşmeye dayalı bir ilişki kuramaz. Kendilerini çevreleyen daha büyük ekonomik, toplumsal veya politik sistemlerle ilişki kurmanın bir yolunu bulmak zorundalar. Bu en hileli soru, çünkü kurucu ilkelerinden sonsuz taviz vermek zorunda kalmadan kendilerini herhangi bir anlamlı yolla daha büyük yapılara entegre etmek için radikal demokratik saflarda örgütlenmiş olanlar için son derece zor olduğu kanıtlandı. Doğrudan eyleme dayalı gruplar için radikal sivil toplum kuruluşlarıyla veya sendikalarla işbirliği içinde çalışmak bile sıklıkla aşılmaz gibi görünen sorunlara yol açtı. Daha öncelikli bir seviyede, strateji yaratılan modelin yaygınlaştırılmasına dayanıyor: örneğin çoğu anarşist kendisini tarihsel rolü diğer toplulukları “örgütlemek” olan öncüler olarak görmüyor, daha ziyade diğerlerinin taklit edebileceği örnekler yaratan bir topluluk olarak görüyorlar. Sıklıkla “bulaşmacılık” olarak da anılan bu yaklaşımın temeli özgürlük deneyiminin bulaşıcı olduğu, doğrudan eylemin bir parçası olan herkesin deneyim tarafından kalıcı olarak dönüştürülmeye meyilli olduğu ve daha fazla özgürlük isteyeceği varsayımına dayanır. Çoğunlukla öyle de olur, ancak bu, diğerlerinin en başta nasıl bu fikrin farkına varmasının sağlanacağı sorusunu meydana getirir. Katılımcıların çok derin ve dönüştürücü olarak deneyimlediği bu şey çoğunlukla dışarıdan en iyi ihtimalle tuhaf, en kötü ihtimalle tarikat benzeri veya delilik olarak gözükür. Buna karşılık medya sorunu yüzeye çıkar. Ancak bu tür stratejik soruları ele alırken, gerçekten sadece doğrudan eylemden bahsetmekten daha genel anarşizm sorununa geçiyorum.
(Bu yazının devamı olan “Anarşizm Nedir?” başlıklı kısma buradan ulaşabilirsiniz.)
Çeviri: Umut Adnan Aydemir